Bölüm 14 - Hofbauer Laneti

30 10 13
                                    

Odası hastane gibi kokuyordu. Maketleri, kitapları kaldırılmış, ilaç şişeleri ve merhem kutuları rafları doldurmuştu. Sonbaharın ortasında olduklarından ve hava genellikle kapalı olduğundan içeri pek gün ışığı da girmiyordu. Tüm gününü, artık kendisine ait gibi gelmeyen o loş odada geçirmek ruhunu etkilemeye başlamıştı.

Kaç gün olduğunu bilmiyordu. Gözlerini açtığından beri vücudu acı içindeydi ve artık bedeninin yükünü kaldırmaya dayanamıyordu. Kırılan kemiklerinin ağrısı, sırtındaki kurşun yarasının acısı ve yetmezmiş gibi Hofbauer Laneti çıkmıştı şimdi de.

Gözlerini kapattı ve yatak başlığına kafasını vurdu. Tüm uğursuzluklar onu buluyordu.

Hofbauer Laneti, hanedanın irsi hastalığıydı. Sadece Hofbauer ailesine mensup erkeklerde görüldüğü bilinen, babadan oğula geçen bir hastalıktı. Maksymilian'a ise Fransizka'dan geçmişti. En azından doktorlar böyle düşünüyordu.

Maksymilian, nefes alamıyordu. Ciğerlerini açması için kullanması gereken ilaçlar, steril bir beze döküp kullanması gereken bir sıvı vardı. Doktorlar, bu sıvının ne olduğunu açıklamıyorlardı ancak Kral Friedrich bundan kullanıyordu ve Maksymilian'ın da onun yaptığını yapmaktan başka çaresi yoktu.

Arwan, onu kurtarana kadar genç subay bir miktar zehirli gaz solumuştu. Doktor Linde, bu gazı solumanın hastalık için tetikleyici olmuş olabileceğini düşünüyordu zira Kral Friedrich'in aksine Maksymilian, doğduğu günden itibaren bu hastalıktan mustarip değildi.

Genç adam gözlerini kapandı. En son isteyeceği şey, ordudaki konumunu tehlikeye sokacak bir hastalıktı. Hildeswat Ordusu, sürekli ilaç kullanan askerleri ya uzaklaştırırdı ya da önemsiz, kimsenin önemsemediği, risksiz pozisyonlara atardı. Ordu gereksiz yere kronik hastalıkları olan askerler için sağlık ödemesi yapmak istemezdi. 

Sen kralın yeğenisin, diye kendini telkin etmeye çalıştı. Sana bir şey yapmazlar.

Başını hafifçe duvara vurdu. Kraldan, kendisini kayırmasını isteyebileceğini hiç düşünmüyordu. Bu durumdan belki daha önce dolaylı yoldan defalarca yararlanmıştı ancak yüz yüze böyle bir şeyi isteyecek kadar yüzsüz değildi.

"Hayatım neden böyle olmak zorundaydı?" dedi ağlamaklı bir sesle. "Katlanamıyorum, yapamıyorum."

Sabrının sonuna geldiğini hissedebiliyordu. Günlerdir dışarı çıkamamak, güneşi görememek, rüzgarı teninde hissedememek beklediğinden daha fazla acıtıyordu canını. Vücudunun dinmeyen ağrılarına alışmıştı fakat odaya kapalı kalmaya alışamıyordu.

Ve Octavia...

Kızın mavi gözleri aklından çıkmıyordu. O derin, koyu mavi gözleri her gece rüyasında görüyordu. Parnethia'nın nefes kesici manzarasında, Octo'nun kütüphanesinin önünde durmuş, uçuşan beyaz elbisesiyle Maksymilian'a bakıyor ve "Benimle dolunayda buluş," diyordu. Sesi rüzgar gibiydi. Maksymilian'ın kulaklarını okşuyor ve kayboluyordu...

"Hangi dolunay?" diye mırıldandı genç. "Seni nerede bulacağım? Sen... Sen ölmedin mi? Planörün düşmüştü..."

İçinden kızı aramak gelse de herkesin bunun delice bir fikir olduğunu düşüneceğini ve kendisine engel olacağını biliyordu. Belki gizlice onu aramayı deneyebilirdi ancak bu halde nereye gideceği de muammaydı.

Kapı hafif bir gıcırdamayla açıldığında Maksymilian, Fransizka'nın geldiğini düşünerek başını çevirdi ama karşısında babası vardı. Yorgun gözüküyordu. Üzerinde kırışmış bir gömlek ve kahverengi, her zaman giydiği türden bol bir pantolon vardı.

Bulutlar ArasındaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin