Bölüm 2 - Octavia'nın Karanlığı

86 41 26
                                    

Octavia, dün aldığı kitabı raftaki yerine geri yerleştirirken tavandan eline yapış yapış bir sıvı damladı.

"Iğh, iğrenç," dedi Octavia, diğer eliyle cebinden mendil çıkarıp elini silerek. "Lanet olası kütüphane."

Octavia'nın hakkı vardı. Kütüphane, gerçekten iğrenç bir yerdi. Toz içinde, karanlık ve korkutucu bir yerdi. Yarısı, seneler önceki yangında kül olmuştu ve geriye kalan taş ve tahta yığınları da üst üste yığılmışlardı. Neredeyse her yer örümcek ağlarıyla kaplanmıştı ve aniden insanın üzerine yapışabilirlerdi. Yakın çevrede herhangi bir ışık kaynağı yoktu. Buraya gelecek kişi yanında kendi mumunu ya da kandilini getirse bile geceleri burada sıçanlar, böcekler ve hatta yılanlar cirit atardı ve gece aniden üzerinize atlamaları işten değildi. Eskiden güzel ve Octo'nun ihtişamına yaraşır bir yer olduğu belliydi. Şimdi bile biraz bakım görse eskisi kadar olmasa da hoş bir yere dönüşebilirdi.

Octo şehri de bu kütüphane gibiydi. Yıkılıyordu. Oysa heykeller altınla kaplıydı. Mücevher kakmalı gösterişli kapılar, ametist karışımlı kaldırım taşları, Parnethia'nın uçurumlarından karşı tarafa geçmek için pirinç korkuluklu, her biri farklı tasarlanmış, eşsiz köprüler, kristal sokak lambaları ve bir insanın ömründe görebileceği en güzel manzaraya sahip olan Parnethia Dağları... Hiçbirinin değeri yoktu. Halk açtı ve yayılmakta olan salgın hastalıklardan dolayı her geçen sene sayıları daha da azalıyordu. Kaynaklar neredeyse tamamen tükenmişti.

Octavia, kitabı yerleştirmeyi başardığında derin bir nefes aldı. Böyle bir yerin prensesi olmanın da hiçbir manası yoktu.

Tükenmişlik hissiyle duvara yaslandı. Ceketinin kirlendiğini hissetse de umursamadı. Zaten odasına gidiyordu. Burada daha fazla durmayacaktı, güneş batmak üzereydi.

Kütüphaneyi sevmezdi. Zaten böyle korkutucu, nahoş bir yerde isteğiyle bulunduğu da söylenemezdi. Ancak genç kızın gidebileceği başka bir yer de yoktu. Ya kütüphanede ya da odasında zaman geçirmek zorundaydı. Kütüphanenin karanlığında Octavia, kendi karanlığına gömülüyordu.

Ceketinde gezinen böceği hissettiğinde korkuyla duvardan uzaklaştı ve çıkışa yöneldi. Kütüphanenin kıymıklarla dolu kapısını ittikten sonra dışarı çıktı. Güneşin son ışıkları Octavia'nın kahverengi saçlarını aydınlatıyordu. Genç prenses, dalgın bir şekilde yürümeye başladı. Arkası uzun, önü kısa olan ceketinin etekleri rüzgarda dalgalanıyordu. O kadar dalgındı ki durum Parnethia'nın güzelliğini izlemeye bile yeltenmedi.

Eğer düşüncelerine dalmış olmasaydı belanın yaklaştığını görebilirdi.

"Ah, canım nişanlım!"

Octavia kafasını kaldırdı ve sesin sahibi, gerçekten de nişanlısı olan, Cato'ya baktı. Onun suratına bakmak bile iğrenmesine neden oluyordu. Hayır, sorun Cato'nun çirkin biri olması değildi. Aslında son derece yakışıklı olduğu söylenebilirdi. Parnethia'nın tepelerini andıran bembeyaz, pürüzsüz teni, kömür karası saçları ve insanı hipnotize eden, bal rengi gözleri vardı. Burnundaki kemer bile sert yüz hatlarıyla muntazam bir uyum içindeydi. Octo'daki en güzel manzaraydı.

Ama Octavia için pisliğin tekiydi.

Prenses, hoşnutsuzca onu süzdü. Cato'nun yüzündeki sırıtışı sert bir yumrukla dağıtmak istiyordu. Yutkundu ve kendine hakim olmaya çalışarak ilerlemeye başladı. Cato'ya karşı sergileyebileceği en mantıklı hareket, onu görmezden gelmek ve yoluna gitmesini sağlamaktı.

Cato, Octavia'nın bu tavırlarına alışkın olduğunu belli edercesine kızı tuttu ve kendine çekti. Genç kız, onun dokunuşlarından son derece rahatsız olsa da sesini çıkartamadı. Ne yapabilirdi ki? Cato, nişanlısıydı ve Octavia'dan izin almadan ona dokunmayı hakkı olarak görüyordu.

Bulutlar ArasındaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin