Her şey sıradan, belki kapalı havaya sahip olduğumuz bir gün ve biraz da... hafiften saçma bir öğleden sonraydı. Yağmur henüz durmuş ve yerini batmak üzere olan, bulutlu havaya rağmen gözükmesini sağlayan gökyüzüne bırakmıştı. Cadde boylu boyunca altın ışığıyla süzülüyor yansıdığı her şeyi estetikliğe bırakıyordu. Güneş hep batmak üzere bu şekilde kalabilirdi, hava soğuk olsun veya sıcak olsun gıkım çıkmazdı. Belki güneş şu dakikalarda asılı kalsa karşımızda, zaman da dururdu kim bilir? Zamanın durması... Ne kadar da ihtiyacım olan şeydi, çok şey istediğimin farkındaydım ama dünyadaki her aç gözlü insanların arzuları arasında benimki hafif kalıyordu.
Zaman durabilirdi belki ama o insanların arzuları gerçekleşemeyecek kadar çok bencilce ve leşti.
"Sora!"
"Sonunda gelebildin." Nefes nefese kalmış ellerini dizlerine dayayarak nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Saçları birbirine girmiş ve ceketi omuzlarından aşağı sıyrılmıștı. "Üzgünüm, tam karşıya geçerken izci grubuyla karşılaştım. O veletleri tam bir baş belasıydı! Ayaklarıma basarak bembeyaz spor ayakkabılarımı mahvettiler!"
"Veletlerin üzerinden atlayarak geçebilirdin," dedim gözlerimi devirerek. "Çok uzunsun zaten. Bak gün batımını kaçırdık işte yine."
"Eminim sen izlemişsindir," diyerek kendine gelebildiğinde karşıya geçtik. Bobbie'nin Yerinin önünde durup kapıyı aralamadan hemen önce ona döndüm. "Evet ama deniz kenarından izleyebilirdim," dedim. Kafasını iki yana sallayarak içeriye girdiğinde yuvarlak kırmızı masalardan birine geçtik. İçerisi tamamen kırmızı tonlarından renklerinden oluşuyordu, sadece duvarları ve tezgahları beyazdı. Burası bir donuttan fazlasını satıyordu. "Ne almak istersin," dedi buranın elemanlarından olan bir kız. Geriye yaslanıp "Donut işte," diye mırıldandım. "Bobbie'nin şu özel donutlarından alırım."
"Tamamdır."
"Charlie," dedim bizim hemen karşımızdaki camın kenarından oturan bir grup oğlana bakarken. Aralarından biri benim gibi Japon asıllıydı. Okulda birkaç kez görmüştüm ama emin olamamıştım. Diğerlerini de tanıyordum, okuldandı. "Şu çocuk Japon değil mi ben yanlış görmüyorum?" Yan dönüp kolunu bar sandalyesinden aşağı sallandırdı. "Bilmem ayırt edemiyorum ki, sanırım öyle."
Ufak bir ses çıkartarak başımı sandalyenin bas kısmına yaslayarak gözlerimi kapattım. "Sana kaç defa daha anlatmam lazım. Of! Kaç senelik arkadaşız ve sen hâlâ ayırt edemiyorsun!" Önüne döndüğünde donutlarımız gelmişti. "Sen ayırt edebiliyorsan o zaman neden bana soruyorsun?" Somurtup sudan bir yudum aldım. Onunla sürekli böyle küçük çaplı tartışmalara giriyorduk, buna alışkındım. Uzun zamandır arkadaş olduğumuz için yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu ve bu yüzden doğru düzgün anlaştığımız hiçbir konu olmuyordu. Tek bir konu vardı o da bilgisayar oyunlarıydı ama ne yazık ki uzun zaman önce bırakmıştım oynamayı... O da bunu biliyordu bu yüzden artık gelip, yeni oyun aldım oynamalıyız, diyemiyordu.
"Belki de ona sormalısın." Ağzıma tıktığım donutla bakakalmıştım. Gözlerimi yavaşça çocuğa çevirdiğimde o an zaten baktığını fark ettim. Elimi kaldırıp selam verdim ve o da gözlerini kısıp elini kaldırdı. Çok tuhaf bir andı.
Charlie'ye dönüp "Hayır," dedim.
"Ne? Neden?"
"Bazen bazı şeylerin cevabı olmaz Charlie Sandler." Sessizce donutlarımızı bitirip parayı bırakarak kalkmıştık. Göz ucuyla tekrar ona bakarken tam o sırada kalktığını ve baktığını fark ettim. Acele bir şekilde kendimi dışarı atıp Charlie'yi bekledim. Ama Charlie yine boş durmamış ve o grupla konuşarak çıkmıştı. Sonra birbirlerinden ayrılıklarında gözlerimi devirdim. "Yeni arkadaş, ha?"
"Arkadaş mı? Onlar mı? İzci çocukların üzerime çıkıp çiğnemelerini tercih ederim."
"Neden?"
"Bazen bazı şeylerin cevabı olmaz Ito Sora." Gülümsedim. Sanırım bunu hak etmiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
queen of sins
FantasyBir dünyam vardı sadece, nefes almak kolaydı yaşamanın zorluğu kadar. İki dünya arasında paslı bir anahtardım, kapım yoktu kapatıp kendi başıma kalacağım; kimseler girmesin diye kilitleyip zihnimi boşaltacağım... Bu dünyaların anahtarı da bendim...