"O ne zaman gelecek?"
Çoktan kalabalığa karışmış anın tadını çıkartıyormușçasına etrafta dolanıyorduk, her yer rengarenk kutlamalar ve gösterilerle doluydu. Havaya atılan küçük çaplı havai fişekler gözümü alıyordu, uzun zamandır bu kadar parlak olmamıştı burası. Okyanus hiç bu kadar balıkla dolu değildi, sanki onlar da bugünün tadını çıkarıyor gibiydi. Sesli nefes vererek ona döndüm. "Umarım gelir."
"Ya gelmezse?"
"Gelecek. Bu eğlenceyi kaçıramaz." Ama dediğimden ben bile emin değildim, dengesizin tekiydi. Ne yapacağı hiç belli olmuyordu. "O zaman böyle zaman geçmez, biraz eğlenmekten zarar gelmez." Elimi tutarak toplu geleneksel dans yapanları izleyenlerin arasına karıştığımızda haklı olduğunu düşündüm.
Alev alev yanan ateşi ağzına sokup yutan adamdan, dev uçurtmalarla üzerimizden uçan kız çocuklarına kadar her şeyi görmüştük ama ben artık çok sıkılmıştım ve bir an önce onun ordan çıkıp buraya katılmasını istiyordum. Takashi elindeki devasa dilek feneriyle yanıma geldiğinde kafamı iki yana salladım. "Onlara inandığını söyleme bana," dediğimde güldü. "Hayır ama uçurtmaktan ne zarar gelir ki? Eminim yukarıya vardığında ıslanıp geri düşer." Kafamı omzuma yatırdığımda görmüştüm. Oradaydı.
"Takashi geldi."
"Ama bu..."
"Zamanımız yok, lütfen." Kafasını salladığında çocuklardan birine verip yanıma geldi, kraliçeyi izledi. Düşündüğüm gibi yüzünü saklamaya devam ediyordu, gümüş renginde ve bizimki gibi boynuzlu bir ejderha maskesi takmıştı. "Sence o kaç yaşında?"
"Binlerce yılında." Kafamı salladım. "Yaşını söylemeye matematiğim yetmez eminim." Beyaz upuzun elbisesi vardı; omuzlarını açık bırakan altın işlemeli ve göğsün altına doğru inen dantelleriyle zarif gözüküyordu. Elini kaldırarak arabasından indiğinde herkese el sallıyordu ama ben biliyordum, o halkından nefret ediyordu. Halk da ondan ama belli etmeleri onların sonu olurdu. Ne acı. "Zamanımız geldi."
Bundan sonrası daha kolaydı, kraliçe çoktan kendini eğlenceye bıraktığında açtığım portalla sarayın girebileceğimiz en basit yerinden içeriye sızmıştık ve bu saniyelerimizi almıştı. Sarayı onun yokluğunda tamamen karanlığa kapatmışlardı ve tek ışık açtığım portaldan geliyordu. Koca zifiri karanlık sarayı üç saniye içerisinde tamamen aydınlatmıștım, tüm bu ışığı kimsenin görmemiş olması için dua etmekten başka şansım yoktu. "O kadar sessiz ki kalp atışının sesini duyuyorum," dedi fısıldayarak. Geniş merdivenlere yöneldiğimizde "Hızlı olduğunu biliyorum," dedim. "Bununla dalga geçeceksen..."
"Hızlı değil," dedi hemen. "Sanki tüm bu gerilimlere alışıkmıșsın gibi ve bu beni korkutuyor." Sırıttım. "Üzgünüm Japon balığı."
"Ne? Japon balığı mı? E sen de Japon'sun?"
"Ama balık değilim," dedim gülerek. Durduğunu fark ettiğimde arkamı dönmüştüm bakmak için ama o kadar karanlıktı ki hiçbir şey gözükmüyordu, ışıkları neyi bu kadar saklamak için kapatıyorlardı ki?
Nefesini direkt yüzümde hissettiğimde ışığı bir anda yüzüme tuttu, telefonunun ışığıydı. Bu hiç aklıma gelmemişti.
Aramızda santimler vardı ve bunu fark ettiğimde arkamı geri dönüp merdivenlerden çıkmaya devam ettim, o da beni takip ederek geliyordu. "Hey," dedi sessizce. "Kalp atışların hızlandı." Bu sefer onun bundan keyif aldığını hissedebiliyordum ve benim bundan utanıp sıkıldığımı düşünüyordu ama ben de bundan keyif alıyordum. "Kraliçe gelmek üzeredir. Heyecan yaptım sadece."
"Daha yeni gitti, nasıl hemen gelsin? Sarayını bu kadar çabuk özlemez." Konu saraydan çok taç, taht ve güçten ibaretti. Son kraliçeyi bulduğumda tüm bunlar onun için buhar olup uçacaktı ve kendisi de ölümsüzlüğünü kaybedecekti, tüm bunlardan haberi olan yüzyıllık yaşı olan kadının zekası da iyi durumda olurdu.
Aşağı kattan daha geniş bir alana çıktığımızda bu sefer pencerelerin büyüklüğü beni korkutmuştu ve bundan daha büyüleyici tek şey okyanusun yansıyan rengiydi, sanki sarayın tamamı okyanusun dibinde gibiydi. Masmavi hareketli bir gölgenin içindeydik, balıkların gölgesi de bu maviliğe eşlik ediyordu. Büyülenmişcesine etrafımıza bakınıyor ve bundan kendimizi alamıyorduk.
"B-bu çok..."
"Güzel," diyerek lafımı tamamladı. "Kraliçe Wanda işini biliyor."
"Mathilda demek istedin herhalde." Kafasını salladı ama etrafına bakmaya devam ediyordu. Yıllarca bu sarayın içinde kaldığı için bunalıp bunalmadığını düşünürdüm hep balkonumdan sarayın tepelerini izlerken, bundan son derece memnun olduğunu tahmin edebiliyordum ama yine de onun doyumsuz biri olduğunu da... Eminim tüm bunlar bile ona yetmiyordu. Daha nesi olabilirdi ki?
"Siz ikiniz!" Arkamızdan biri bize doğru seslendiğinde aptallığımız tamamen bizi kör etmişti, sabahtan beri buradan dikiliyor ve tüm planlarımızı alt üst etmiştik. Hem de aptal balıklar yüzünden! Bana ne oluyordu? Ben bu kadar dalip gidecek kadar dikkatsiz biri değildim.
"Kraliçe geldiğinde bakalım ne hesap vereceksiniz," dediğinde arkamızı döndük aynı anda. "Kraliçeyi görmeye geldik," dedi Takashi. "Yoksa buna izin yok mu?" Gergince ellerimi yumruk yaptığımda titrediklerini fark ettim. Ne yapmaya çalışıyordu? Onun, bunları yiyeceğini mi? Kraliçenin askerleri bu kadar aptal olmazdı. "Sen benimle dalga mı geçiyorsun çocuk?"
"Hayır ama kraliçe zaten geldi," diyip durdu ve eğildi. "Ekselansları," diyerek arkaya baktığında askerle aynı anda gösterdiği yere bakarken bileğimden tuttuğu gibi üst kata kadar koşturduk. "Vay canına, ben bile inandım," diye mırıldandım. "Biliyorum. Düşündüğünden çok daha zekiyim. Sonra teşekkür edersin."
Hiç nefesimi düzene sokmadan portalı açıp buradan çıktığımızda askerin yardım çağırmak için bağırdığını duyduk. Nefesimi düzene sokamadığım için bedenim çok yorgun düşmüştü bu yüzden diğer dünyaya geçişi sağlayacak güçte değildim. Belki biraz dinlersem... Yine aynı sokak arasına gelebildiğimizde duvara sindim. Kayarak yere çömeldiğimde yüzümü ellerim arasına aldım. "Başaramadım... Olmadı..."
"Şu an önemli olan bu değil," dedi ve omuzlarımdan tuttu. "Ayağa kalk. Birazdan bizim için gelecekler, gitmeliyiz."
"Yapamam ki... Buraya zor açtım... Bu son şansımdı! Bir yıl daha beklemem gerekiyor ama sorun değil!" Ellerimi yumruk yapıp dizlerime vurdum. "Çünkü yine başaramayacağım! Yine, yine ve yine! Bir gün buradaki herkes öldüğünde geceleri kafamı yastığa rahat koyamam... "
"Neden ölsün ki herkes? O kadar da kötü biri değildir, bak, kimse onun yüzünden can vermiyor."
"Anlamıyorsun Takashi. Burada korkunç hızlı ölümler gerçekleşiyor ve bunun tek sorumlusu o! Herkesi iyileştirecek ilaçları verse... belki--"
"Yakalayın onları! Derhal!" İnce sesi kulaklarımı tırmalamıștı, onun sesini duymamıştım hiç. Tüylerim diken diken olurken Takashi'nin de desteğiyle ayağa kalkarken merdivenlerden çıkıp başka yola saparken bir anda arkamızı askerler basmıştı, bir süre sonra da önümüze çıktıklarında daha tam koşamadan yakalanmış olmak beni sinirlendirmiști. Bu ben olamazdım, benim dikkatimi dağıtan bir şey vardı ve ben bunun ne olduğunu bulana kadar da geçmeyecekti. Dikkatimi dağıtan şey her neyse ondan kurtulmam gerekiyordu.
"Sorun yok," dedi Japon balığı. "Halledebiliriz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
queen of sins
FantasíaBir dünyam vardı sadece, nefes almak kolaydı yaşamanın zorluğu kadar. İki dünya arasında paslı bir anahtardım, kapım yoktu kapatıp kendi başıma kalacağım; kimseler girmesin diye kilitleyip zihnimi boşaltacağım... Bu dünyaların anahtarı da bendim...