Tüm nefretimle, Ahunaz Alçin Gürel.
Kalemi ve kağıdı masanın üstünde bıraktım ve bir kez daha arkama bakmadan arabaya bindim. Kucağıma bırakılan Hira'yı yanımda oturan Ertuğrul'un kucağına bırakırken kendi kendime ona merhamet göstermeyeceğime yemin ediyordum.
Bitmişti. İşte benim tüm insanlığım böyle yitip gitmişti.
**
Araba engebeli yolda son hızla giderken arabanın hızından dolayı pencerenin ardından görünen yollar flu bir bakış açısına sahipti. En sonunda acı bir çığlıkla fren yapan arabanın dışına kendimi atarken tek hedefim toplanan kalabalığa ulaşmaktı. Tüm algılarım işlevini tek bir noktaya kilitlemişti.
Tek hedefim Aktan Aktekin'i bulmaktı.
Buldu da... Yerde boylu boyunca uzanan adamın başında annesi dikilirken hemen yanında haykırarak ağlayan Seher yerini almıştı. Bilinçsiz bir şekilde yatan Aktan'ın yüzü bembeyaz, dudakları ise mor bir renge ev sahipliği yapıyordu. Oysa ki mor rengini ne çok severdim. Mesela menekşe moru çok yakışırdı bana. Ya da kadife, patlıcan moru ne kadar asil dururdu kadının üzerinde. Şimdi ise hayatıma yeni bir mor giriyordu, bu yaşımda yeni bir renk öğreniyordum.
Meğer ölümün moru da varmış, ölümün rengi mormuş.
Yanağımdan akan yaşla bilincim yerine gelirken titreyerek gözlerimi açtım ve uyuyakaldığım koltukta doğruldum. Gözlerimden akan yaşlar görüş alanımı tamamen buzlu bir görünüme sürüklerken sol elimi kaldırarak iğne batırılmışcasına acıyan kalbimin üzerine bastırdım. Sanki sol göğsümün üzerinde bir kalp değil de dokuz tonluk yük taşıyor gibi hissediyordum.
Dünyanın yükünü sırtlamış olan kalbimin ağırlığı kursağımdaki acı tada gebe kalmış ve nefesimi de bu yasak ilişkiye şahit olmaları için tutsak etmişlerdi. Bir acı, bir kalbe bu kadar yük olabilir miydi? Bir acı, bir kalbi bu kadar yakıp yıkabilir miydi? Oluyormuş, yakıyormuş.
Bir Aktan Aktekin'in yokluğu, bir Şirine'yi ölüme sürükleyebiliyordu.
Arkama yaslanarak rahat bir pozisyon alırken gözlerimi bir kez daha camdan görünen uçsuz bucaksız ormanda gezdirdim.
1 ay geçmişti...
Evimi terk edeli tam tamına bir ay dört gün olmuştu. Sanmayın ki evden kastım dört duvarı taş duvarlarla çevrili bir binaydı. Hayır benim evim, Aktan Aktekin'di. Ve ben onun isteği üzerine korkarak evimi terk etmiştim. Evet korkmuştum, aklım çıkacak kadar korkmuştum ona bir şey olacak diye. Bu korkum yüreğime öyle bir yerleşmişti ki her gece gördüğüm kabusların pençesinden ağlayarak sıyrılıyordum. Tam tamına bir ay dört gündür her gece Aktan'ın o katil suların içinden çıkarıldığını görüyordum ve gerçeğin aksine rüyalarımda Aktan Aktekin'in ruhu, ölümün mor rengini kucaklıyordu.
Oturduğum yerden kalktım ve odamdan çıkarak merdivenlerden indim. Salonun bir köşesinde öylece camdan dışarıya bakan Hira'yı gördüğümde olduğum yerde durarak sinirle dişlerimi sıktım. Önündeki tonlarca oyuncağa rağmen her gün yaptığı tek şey pencereden dışarıya bakmaktı. Buraya geldiğimizden beri onunla en çok ilgilenen kişi Ertuğrul olmuştu ve Ertuğrul'un dediğine göre gözlerini dikip camdan yolu izlemesinin tek nedeni ne kadar kızgın olursa olsun hala annesinin gelip onu alacağını umut ediyor oluşuymuş.
Onun bu hali beni ne kadar üzse de içinde bulunduğum çaresizlik yüzünden elimden bir şey gelemiyordu. Çünkü Hira'yı annesine teslim edersem Aktan'a saldıracağından korkuyordum. Babamın aldığı haberlere göre Ahu, şuan kızı bizde olduğu için hiçbir şekilde Aktan'a saldırıda bulunamıyormuş. Ve ben Aktan'ı koruyan tek şeyi ellerimle Ahu'ya teslim edemezdim.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
SALTANAT (+18)
Teen FictionBeş yüzük, dört adam ve bir kadın. Beş mıntıka, onlarca hayat ve kana bulanmış kocaman bir masumiyet. Kahkahalar atıldı, kartlar dağıtıldı ve oyun başladı. Herkes uğruna canını vereceği mıntıkayı seçti, planlar yapıldı, gereken canlar alındı. "Feda...