Y/N: bu çok uzun olan bölümde, kısacık bir not bırakıp gidiyorum... Öncelikle bu finalin part2'si değil de the peak'ın ikinci devam kitabı gibi oldu.. Ama sizi asla üzmeyeceğini temenni ederim ki sonuçta bu bir bonus bölüm, mutsuz olması için sadist olmam gerekirdi -ki bu kitapta hiçbir zaman olamadım- benim için onların öyküleri nasıl bitti- daha doğrusu nasıl devam etti- diye sorulsaydı, evet, işte bu cevabı verirdim.. Koca bir 14k ile. (Size ikinci kitap demiştim:D) Şimdiden, iyi okumalar ve yorumlarınızı meraklaa bekliyorummm
**part3'ü merak edenler için yorumlarda açıklama yapsam daha iyi olur eheheh
~
Yine bir yolculuk, diyordum içimden, sana ulaşmayı umuyorum. Ulaşıncaya dek ise, asla yorulmayacağıma söz veriyorum.
Alışmıştım cam kenarlarına oturup ne zaman biteceğini bilmediğim yolculukları seyretmeye. Bu sefer, yalnızlığımla baş başaydım. Sadece ben ve düşüncelerim vardı yine, ama gözlerimden boşalan yaşlar yoktu. Göz pınarlarım aksine, sabahın erken saatleri olmasına rağmen kupkuruydu. Eğer birazcık ıslandılarsa bile, bu annemi tren garında beni yolculuklarken akıttığı göz yaşlarını gördüğümde olmuştu. Benim için sevindiği halde, benden ayrılmak zorunda kalmasına ağlamıştı. Bavullarımla birlikte trene binip yerime oturduğum zaman, büyük cama yaklaşıp babamla ikisi, uzun uzadıya el salladılar. Büyük trenin hareket saati geldiğinde ise, annemin ağlamaları şiddetlense bile bunu bana belli etmemek adına elinden gelen her şeyi yapmıştı. Tren, rayların üzerinde hareket ettikçe onlar geride kalmıştılar; ben her ne kadar onları görmek için başımı çevirdiysem de, saat tam 7'ye ulaştığında, bir dakika kadar kısa bir süre içerisinde onların bana el salladığını görmek artık imkansız hale gelmişti.
Manchester'ın içinden çıkıncaya dek, gerçekleşeceklerin hiçbirini bilmeyerek aynı gara gelip dakikalarca ağladığımı hatırlatıp durdum kendime. Sürekli tekrar edip duruyordum; hayat ne garip, ne tuhaf. Vedalaşan insanları gördüğümde bazıları kalıyor, bazıları gidiyor demiştim, bir gün benim de gidenlerden biri olacağımı tahmin etmeden. Ancak ben ağlamıyordum ilk kez veda ederken, ve bunun için çok mutluydum. Yolculuk boyunca yaptığım tek şeydi belki de mutlu olmak. Defteri düşünüyordum, yansımaları düşünüyordum. Londra Üniversitesi'ni; hatta tüm şehri ve ona kavuşmanın mutluluğunu düşünüyordum. Ona vereceğim, o hiç beklemediği büyük anıyı düşünüyordum. O da beni düşünüyor muydu? Belki bunu asla bilemeyeceğimi söyleyebilirdim, ancak biliyordum. O da beni düşünüyordu. Geldiğimi biliyor, diyordum içimden.
Onların dağ evine gelmesinin, hayatımın tepetaklak olmasının ve düğün gününün üzerinden kaç gün geçmişti ki? Ya da, tepede bıraktığımız o tahta kulübede ilk kez öpüştüğümüz o günden beri ne kadar olmuştu? Belki de o anılar artık bana değil, geçmişe aitti, ancak ne zaman aklıma getirirsem sanki o anları tekrar yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Bu yüzden, asla üstünden zaman geçmiş gibi gelmiyordu, sanki onlar benim gibiydi: Ben nefes aldıkça onlar da var oluyor, her saniyemde onları bir kasetteymişim gibi ileri geri yaparak tekrar ve tekrar yaşıyordum. Gözlerimin önünde canlanan bana ait olan ne varsa, aynı derecedeki yokluğu bir o kadar da acı verici oluyordu. Ancak, özlemin getirdiği o acıya bile alışmıştım. Artık yalnızca, onlara bir kereliğine bile olsa sahip olabildiğim için minnet duyuyordum. Beraber yaşadığımız tüm anılara, Zirve'nin sayfalarını dolduran eşsiz kelimelerin varlığına minnettardım.
Üstümdeki Louis'e ait siyah cekete olabildiğince sığınmaya devam ettim iki saatlik yolculuk boyunca, oysa ki büyük hızlı trenin içerisi yeterince sıcaktı, ama siyah kaşe kumaşın içerisinde olmak, sanki ruhlarımızın sığındıkları yerlerinin kapısını birbirine yaklaştırıyordu. Bu ceketle ne kadar bütünleşmiş hissedersem, o kadar kolay ulaşırdım sanki Louis'e. Büyük sırt çantamın içerisinde yer edinen, sonradan da kucağımda durmayı sürdüren belki de defalarca kez okuduğum kitabın kapağına bakıyordum, oysa düşündüklerim bambaşkaydı. Othello yazılmıştı kapağına, güzel bir fontla. Baş harfinin kuyruğunun ne kadar uzun olduğunu incelerken, aslında kafamın içerisinde dönen tek şey, teyzemin başına büyük belalar açıp duran adamdı. Bu kitabı ilk kez Louis'in hediyesi olarak aldığım zaman, birkaç gün sonra beni kıskandığı için oyun yaptığını düşünmüştüm. Oysa, altında yatan tüm mesaj bambaşkaydı ve bunu ben çok ama çok geç fark etmiştim. 'Tanışmamıza sebep olan Othello, sen neler yaptın üçümüze?' diye düşünürken, büyük cama doğru dönerek gülümsemiştim, ama acı dolu olanındandı. Kulaklığımda çalıp duran aynı şarkılar, geri kalan kısa süreli Londra'ya giden hızlı yolculuğumda bana eşlik etmişti. İçim hiç olmadığı kadar kıpır kıpır, kalbim bilmediğim bir tonda çarpıyordu göğüs kafesimin her soluğunda.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Peak | Larry
General FictionHarry gayet sıradan bir genç olduğuna emin, sadece teyzesiyle evlenecek olan adama, yani Louis'e biraz aşırıya kaçan bir ilgisi var. Onların evlenmesine ise 60 günden daha az bir süre. «Bu hikaye Harry's POV olup, onun hayatını ve diğer insanlarla...