Gözlerime düşen ışık beni uyandırırken yavaşça gözlerimi açtım ve kahve bardakları dolu olan komodine baktım, bir ara burayı toplamalıydım. Gözlerimi ovuşturarak kalktım ve hazırlanmaya başladım. Eleanor, birkaç gündür benden kaçıyordu, onunla konuşmak zordu ve sebebini bir türlü anlayamamıştım.
Bir saniye bile çıkmıyordu aklımdan. Onu böyle görmek beni mahvediyordu. Bir sorunu vardı ve iyi değildi. Çoğunlukla yüzüme bile bakmıyordu ve rahatsız hissediyordu. Ne kadar ona zaman vermeye çalışsam ve bir gün gelip bana anlatacağını düşünsem de günler geçtikçe, buna olan inancım azalıyordu.
Bir şekilde karakola gitmiştik ve şimdi raflardaki dosyalarla uğraşıyordu. Anladığım kadarıyla harf sırasına göre yeniden diziyordu. Göz altları morarmıştı, dudaklarında sanki arada kanayan minik yaraları vardı ve kurumuştu. Yüzünde gülümseme görmek zordu, aslında bir duygu görmek zordu. Öfke, mutluluk, üzüntü... bunlar yoktu. Ve ben endişelenmekten alıkoyamıyordum kendimi.
Odaya Felix girdiğinde Eleanor'un üzerinde olan gözlerimi çektim ve ona baktım. "Eleanor, senin için mektup gelmiş." dedi zarfı uzatırken. Eleanor gözlerini kapattı ve bir süre bekledi. Sonra yanına ilerleyip zarfı aldı ve teşekkür etti. Felix odadan çıkınca arkasını döndü. Onun yüzünü göremiyordum şimdi. Zarfı açtığının sesi geldi kulağıma.
Aslında düşündüğümüzde benim getirdiğim mektupla başlamıştı her şey. Ondan sonra böyle kötü olmuştu ve içinde ne yazıyorsa onu büyük bir endişeye sürüklemişti. Destek almak istercesine elini masasına koyduğunda dengesiz görünüyordu. Hızlıca sandalyeden kalkıp yanına gittim. "İyi misin?" dedim onu tutarken. "Evet, ben..." dedi ama devamı gelmedi.
Teni iyice beyazlaşırken korku bütün vücudumu sarmıştı. Elimi alnına koydum hemen. "En son ne zaman bir şeyler yedin?" dedim hızlıca. "Ben, hatırlamıyorum." derken vücudunu taşıyamıyordu bacakları. Hızlıca bir elimi bacaklarına geçirirken diğer elimi sırtına koydum ve onu kaldırdım. Felix'in hafif açık bıraktığı kapıyı ayağımla açıp ortak alana çıktım.
"Han nerede?" dedim sesim yüksek çıkarken. Kucağımdaki yarı baygın Eleanor'u gördüklerinde hızla yerlerinden kalktılar. Felix hızlıca kenardaki ikili koltuğun üzerindekileri yere koyarken oraya ilerledim. Seungmin'in ve Jeongin'in koştuğunu gördüm.
Eleanor'u koltuğa bıraktım yavaşça. Elimi yanağına koydum, soğuktu. Jisung'un hızlıca yanımıza geldiğini gördüm, arkasından da Jeongin gelmişti. Dizlerinin üzerinde eğilirken "Ne oldu?" dedi tedirgince. "Bil- bilmiyorum." dedim. Lanet olsun, kekelemiş miydim? "Tansiyon aleti nerede?" dedi Jisung. Minho koşar adımlarla kenardaki dolaba geçti ve hızlıca Han'ın yanına adımladı.
İçeriye Chan ve Seungmin girdiler. Chan birkaç saniye öylece dondu Eleanor'u gördüğünde. O sırada Han, Eleanor'un tansiyonunu ölçüyordu. Chan kendine geldiğinde koşar adımlarla yanımıza ulaştı. "Ne oldu?" dedi endişeli sesiyle. "Büyük ihtimalle tansiyonu düştü. Sakin olun ve su getirin." dedi yavaşça Han. Felix hızla koridora yöneldiğinde "Yiyecek bir şeyler de getir." dedim sesimdeki endişeyle.
Han tansiyon aletini çıkarırken "Evet, düşük tansiyon." dedi yavaşça. "Birkaç gündür iyi görünmüyordu zaten." diye devam etti. "Sizin aranızda bir şey olmadı, değil mi?" dedi kafasını bana kaldırırken. Hemen kafamı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, hiçbir şey olmadı." dedim hızlıca. İnce ve kısık bir ses duyduk o sırada. "Ne oldu?" diyerek gözlerini kırpıştıran Eleanor hafif doğrulmuştu. "Bir şey olmadı, hadi biraz su iç." dedi Han, Felix'in getirdiği bardağı verirken.
Eleanor yavaşça bardağa uzanıp dudaklarına götürdü. Onun gözlerini açması hepimize rahat bir nefes aldırmıştı. Bardağı kenara koydu ve sonra ayaklarını yere koydu. "Ben... bayıldım mı?" dedi yavaşça. "Biraz öyle oldu." dedim gülümseyerek. Bir süre gezdirdi gözlerini bizde. "Kusura bakmayın, endişelendirdim sizi." dedi yutkunurken. "En son ne zaman yedin?" dedi Chan, yanına oturdu. "Bilmiyorum." dedi ve Felix'in uzattığı kremalı ekmeği alıp paketini açtı.
Akşama doğru çok daha iyiydi, yüzüne renk gelmişti. Hareketleri düzgün ve dengeliydi. Bir gözüm hep onun üzerindeydi, korkuyordum. Gözlerini hızla bana çıkardığında "İyiyim Hyunjin, beni izlemek zorunda değilsin." dedi yavaşça. "Zorunda olduğum için bakmıyorum zaten." dedim söylenerek. Kafasını sallayarak düzenlediği dosyalara geri döndü.
Bir ara odadan çıktı, geri geldiğinde çantasını ve hırkasını aldı. "Nereye?" dedim hızlıca adımladığında. Adımlarını durdurdu ve "Erken çıkıyorum." dedi sakince. Gözlerini gözlerimle birleştirdiğinde bunu uzun zamandır bu kadar net yapmadığı için heyecanlanmıştım.
Sonra yeniden hızlıca adımlamaya başladı. "Ben de geliyorum." derken üzerimi giyinmeye çalışıyordum. Ortak alana çıktığımda çoktan gözden kaybolmuştu. Gördüğüm birine "Chan'a çıktığımı söylersiniz." derken hızlıca koridora yürüdüm. Karakoldan çıkacağım sırada yağmur sesini duymamla kenardaki fazladan şemsiyelerden birini aldım elime. Hızlıca şemisyeyi açıp yağmurun altında yürüyen bedene koşmaya başladım.
Bir süre onu takip ettim ve şemsiye tuttum ona. Bir anda bana döndü ve "Yeter." dedi kaşlarını çatarken. "Neye yeter?" dedim sakince. "Yağmurun altında kalmak istiyorum belki?" dedi, sesi biraz yüksek çıkıyordu. "Ama hasta olursun." dedim. Gözlerine gözyaşları hücum etti bir anda. Elim ayağıma dolaşırken ne yapacağımı düşünmeye çalışıyordum.
"Ne oluyor, artık anlat bana." dedim tedirgince. "Seni ilgilendirmiyor." dedi, ağlamamak için kendini tuttuğu belliydi. Bir adım geri çekildi ve şemsiyenin altından çıktı. "Bir şey seni rahatsız ediyor ama beni ilgilendirmiyor mu?" dedim şemsiyeyi ona tutarken. "Niye sadece bana tutuyorsun şu şeyi? Sen hasta olmayacak mısın?" dedi sinirle. Sinirlendiği sebepten dolayı şaşkınlıkla ona bakıyordum.
"Bana anlat." dedim şemsiyeyi kenara bırakırken. Zaten ne beni koruyordu yağmurdan ne Eleanor'u. "Anlatmayacağım." dedi sinirle. Gözlerinin yeniden dolduğunu görmem bütün dünyamı hüzne boğuyordu. "Eleanor, lütfen... sorun ne?" dedim yine. Gözlerini gökyüzüne dikti. Sonra yağmur hızlandı bir anda.
Güzel saçları çoktan ıslanmıştı, yüzüne düşen yağmur taneleri sessizce süzülüyorlardı. İçlerinden birkaçı uzun kirpiklerine düşüyor, o gözlerini kırpana kadar hareketsizce duruyorlardı. Vücudu çok hafif titriyordu, üşüdüğü belliydi, omuzları ıslanmıştı. Kendi bedenimin de yağmur altında olduğunu hissetmiyordum bile. Tek hissettiğim onun bu üzüntüsüne ve endişesine ortak olma isteğimdi.
Etraftaki insanlar kaçışmaya başlamışlardı, ama biz öylece duruyorduk yağmurun altında. İkimiz de hareket etmiyorduk olduğumuz yerden. Bunu burada halledecektik. Onu böyle görmeye dayanamazdım daha fazla. Gözlerimin önünde bu kadar endişelenmesine, gülümsemesinin silinmesine, güzel gözlerinin parlaklığını yitirmesine daha fazla dayanamazdım.
Kafandaki ne?
Tch... Hairband değil tabii ki, yazarınızın kafasında minicik kaos ve tartışma var.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölü Kelebek [hhj]
Fanfiction"Daha tanışamadık." dedi, gözlerini gözlerime dikerken. Elini uzattı bana ve dudaklarını araladı. "Ben Dedektif Hyunjin, Hwang Hyunjin." Dedektif #2 Hwanghyunjin #1