Nisan Çobanoğlu'ndan
"Hemen bana buranın yetkilisini çağırın, bu ne biçim terbiyesizlik! Hemen en yetkili kimse onu istiyorum. Hemen!"
Gecenin ikisinde en üst kata kadar ulaşan bu bağırışlar kimindi ve neden otelin o huzurlu, sıcak, güzel kış akşamını bozuyordu?
Bu sorulara cevap bulmak için pijamamın üzerine uzun bir hırka geçirdikten sonra odamdan çıktım. Ozan da benimle beraber çıkmıştı. Aliye Teyze ve Recep Amca da birkaç saniyelik aralarla odalarından çıktıklarında "Ne oluyor?" dedim ama bir yandan da bu sorunun cevabını burada alamayacağımı bildiğimden asansöre doğru ilerliyordum.
"Birinin başına bir şey mi geldi acaba? Gülayşe'yle Agah bu saatlerde temizlik yaparlar hep."
Başımı onaylarcasına salladım, asansörün gelmesini beklerken boynumu ovuşturuyordum bir yandan da. Burada böyle ufak bağırışlara bile alışık değildik, herkesin birbirine saygı çerçevesinde davranması Klinik Köy'ün temel kurallarından biriydi.
Lobiye indiğimizde takım elbise giymiş, sinirden yüzü kıpkırmızı olmuş bizim yaşlarımızda bir çocuk gözümüze çarptı hemen. Agah Amca ve Gülayşe Teyze adamın karşısında bekliyorlardı. Onlar sinirli değil, üzgündüler daha çok.
"Gülayşe Teyze, Agah Amca? Neler oluyor?"
Ozan benden önce davranıp sormuştu bu soruyu. Elini güven verircesine Agah Amca'nın omzuna koydu, ben de Gülayşe Teyze'nin yanına geçtim.
"Beyefendi, bağırmanızın sebebini öğrenebilir miyim acaba?" dediğimde çocuğun gözleri bana döndü. Küstah bir tonda "Kimsiniz siz? Size hesap vermeyeceğim." dediğinde Ozan'ın derin bir nefes aldığını duydum. Gözlerimi ona çevirdim. Bakışlarımla "Sakin ol." çağrıma karşılık istemeyerek de olsa "Tamam." diye mırıldandı.
"Ben..." dedim çocuğa aramızda oldukça kısa bir mesafe kalana kadar yaklaşırken. "Buranın sahibiyim ve evet, saygı duymak zorunda olduğunuz insanlara bağırıyorsanız bana hesap vermek zorundasınız ya da siz bilirsiniz, polise de hesap verebilirsiniz."
Alayla gülümseyip kaşlarımı kaldırdığımda yüzü çoktan bozulmuştu. İyice kızardı. "Siz... Beni tehdit mi ediyorsunuz?"
"Tehdit etmiyorum, beyefendi. Hemen özür dileyip bu otelden ayrılmaz ya da özür diledikten sonra odanıza gidip sabahın ilk ışıklarıyla burayı terk etmezseniz olacakları iyimserce söylüyorum. Kötümser olsaydım neler diyebileceğimi de sizin hayal gücünüze bırakıyorum."
Ozan'ın ve gürültüler nedeniyle odalarından lobiye inen
topluluğun gülüşlerini duydum. Benim de dudaklarım iyice kıvrıldı."Sizi şikayet edeceğim." dedikten sonra zerre kadar korkmadığım ama anlaşılan, kendisinin korkutucu zannettiği bakışlarını gönderdi üzerimize. Ardından başka bir şey demedi. Bir hışımla asansöre yöneldi.
Beş dakika geçmeden elinde küçük bir çantayla inip kapıya yöneldi. Kalabalığı dağıtmış, Ozan, Gülayşe Teyze ve Agah Amca kalmıştık sadece. Ayrıca bu bağrışmaların nedenini de öğrenmiştik. Gece gece Gülayşe Teyze'den yemek istemişti. Gülayşe Teyze de atıştırmalık bir şeyleri onun odasına götürebileceklerini ama yemek yapamayacaklarını, zaten bu işlerle ilgilenen Aliye Teyze'nin de uyuyor olduğunu söylemişti. Olay buydu, sadece bu.
"Bir şey unutmadınız mı?"
Ozan'ın cümlesiyle ben düşüncelerimden sıyrıldım, çocuk ise durdu. Arkasını döndü.
"Neyi unuttum, pardon? Aa, tabii. Değersiz çalışanlarınızdan özür dilememi bekliyordunuz, değil mi? Aklımdan çıkmış."
Arkasını döndü. Eğer Ozan burada olmasaydı sinir bozuculuğun can bulduğu bu çocuğun peşinden giderdim ama şu an bunu yapmam demek kavga çıkarmam demek olurdu çünkü Ozan kendini tutabilecekmiş izlenimi bana hiç ama hiç vermiyordu.
"Gülayşe Teyze, Agah Amca gerçekten kusura bakmayın. Takmaya değmez. Yine biri bir şeylere bozulmuş ya da aldığı aile terbiyesinin ne kadar mükemmel (!) olduğunu göstermeye gelmiş."
"Sıkıntı değil, kızım. Birinin dediği şey mi bizi üzecek? Dilerim ettiğini bulur."
"Aynen, Agah Amca." diyerek lafa girdi Ozan. "Dilerim ettiğini en kısa zamanda bulur."
Bir iki dakikalık kısa bir konuşmadan sonra onlar da çıktıklarında Ozan'la ikimiz kaldık lobide. Gözlerini ovuşturdu, omuzları daha yeni uyanmış da bu olayları hiç yaşamamışçasına bir uykuyla çöktü.
"Uyku kombinini beğendim." dediğimde "Ha? Ne? Tamam, anladım." diyip o da üzerine baktı. Lacivert bir tişörtün altına gri bir eşofman giymişti. Gözlerini bana çevirdi.
"Senin kombin de güzelmiş."
Ne giydiğimi bilmezmiş gibi tekrar üstüme baktım: mor, üzerinde beyaz bir tavşan resmi olan ince bir bluz; mor bir pantolon ve odamdan çıkarken aceleyle aldığım krem, dizlerime kadar uzanan bir hırka.
"Öyledir." diye mırıldandım.
"Uykum var ama yatsam kesin uyuyamayacağım." diye homurdandı. Lokantanın bildik köşelerine bakmayı bırakıp ona baktım bu cümlesiyle.
"O zaman..." deyip gülümsedim.
"Bu gülüş hiç hoşuma gitmedi."
Bileğini tuttum. Elime baktı, sonra yüzüme bakıp kaşlarını kaldırdı.
"Bana güven, Ozam. Biraz üşüyeceksin dışarıda ama inan, buna değer."
Onu peşim sıra dışarı sürükledim. Yüzümüze çarpan soğuk hava bir anda ikimizin de rehavetini sona erdirdi. Kışın ortasıydı, gece yarısıydı ve biz dağ başında, sıacık, güvenli bir binadan çıkmıştık. Deli miydik? Belki de.
"Allah aşkına, patron..." diye söylendi kollarını kavuştururken. "Ne gibi bir şey bu soğuğu yememize değebilir? Hem sen hırka giyiyorsun, ben tişö-"
"Sus da gökyüzüne bak bir."
"Ne var gökyüz-"
Susmuştu. Susmuştu çünkü başımızın üzerinde görünmez ipler tarafından tutuluyormuş gibi duran, parlayan, göz kırpan, bazıları çoktan sönmüş, bazılarıysa genç ve dinamik bir şekilde el sallayan yıldızlarları görmüştü.
Yıldızların görüntüsünü yansıtıyormuş gibi parlayan gözlerini bana çevirdi, ardından tekrar gökyüzüne.
"Şehirde yıldızların gözükmediğini biliyordum ama orada olmadıklarını sanki şimdi fark ettim. Tuhaf aslında. Bir şeyi gördüğümüzde onsuz geçirdiğimiz zamanların değersiz olduğunu anlıyoruz ama tam tersi olması gerekmez mi? Bir şeyi görmezken onun eksikliğinin ne berbat olduğunu düşünmeliyiz, varlarken değil."
"Öyle yapıyoruz zaten." dedikten sonra hırkamı çıkarıp hafif ıslanmış, soğuk toprağın üzerine serdim. Yere oturduğumda o da bu durumu -otelin kapısının önünde, bir hırkanın üzerinde oturuyor oluşumu- hiç garipsemeyip yanıma yerleşti.
"Sen şu an gördün ya bu yıldızları, şehre döndüğünde her gökyüzüne bakışında bir sürü yıldızı göremediğini bileceksin. O zaman hissedeceksin eksikliklerini. Bu gece canlı canlı tanıştın onlarla, artık nereye gitsen seni bırakmazlar."
"Bir lanet gibi..." diye mırıldandı. "Hayatımın çoğu bacalardan çıkan dumanları bulut sandığım gecelerle dolu olacak ama bir yandan da ne çok şey kaçırdığımı bileceğim."
Sessizce durduk. O yıldızlara baktı. Ben de yıldızlara bakmak istiyordum ama gözlerim daimi hedefleri orasıymış gibi Ozan'a dönüyordu. Lisedeyken her bir zerresini ezberlediğim yüze şimdi bu kadar yakından bakıyordum. Lisedeyken sadece yanından geçsem göğüs kafesimden çıkacağını zannettiğim kalbim şimdi çok hızlı atmıyordu ama normal seyrinde de değildi. Nedendi peki? Hoşlanıyor muydum ondan? Hala daha mı? Yok artık!
"Yine de..." diye mırıldandım. "Şehirdeyken eksikliklerini hissedecek olmana değmez mi bu manzara?"
Gözlerini bana çevirdi.
"Bu manzara çoğu şeye değer."

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Klinik Köy | Texting
Short Story(Tamamlandı.) KLİNİK KÖY'E ELEMAN ARANIYOR! Yüksek maaş verilecek. Yatılı kalmanın yanı sıra tüm yemek bedelleri de karşılanacak. Aranan özellikler: 1. Herhangi bir üniversitenin psikoloji bölümünden iyi bir ortalamayla mezun olmak 2. Bir şeyleri ta...