Hayat yok oluş ve var oluş üzerine kuruludur. Biri gider yenisi gelir. Ama hiçbiri birbirine benzemez. Buna rağmen insanlar o kadar tek düze ilerlerdiler ki kendi doğrularını evrensel sanırlar. Peki kime göre doğru? Her şeyin iki yüzü yok mu? Bizim güzel gördüğümüzü başkası çirkin göremez mi? O halde neydi bu düşünce sistemi? Birine sorsan babanın yaptığı hatayı sana yükleyelim mi diye, "benim ne suçum var" derdi. Ama Bir başkasına çok rahat yapıyorlardı bunu. Gerçi kime kızabilirdin ki? Doğanın kanununu da buydu.
Terk etmek mi daha acıydı, terk edilmek mi? Peki ya seni terk edecek yada terk edeceğin kimse yoksa etrafında... Başından beri her şeyin iki tarafı olduğunu savunuyorum ya. Şimdi bir tık ilerletiyorum. Çünkü aslında iki değil üç yönü var her şeyin. Bu Bir madalyon gibi asırlardır her olaya şahitlik eden madalyonlar iyi ve kötü olmak üzere iki yüzü olduğu düşünülenlerdi. Peki yine madalyon kullanarak yüzünü seçmeye çalışsak, ve madalyon attığımızda dik kalsa yerde, bu hangi yüzü oluyordu? Biz insanlar sorgulamaz bu olmadı yeniden at deriz. Oysa dik düşen madalyonunda bir hikayesi yok mu?
"Bu şey gibi arada kalmak, arafda kalmak.." "iyi yada kötü değil
Tarafsız kalmak." beklide insan bu şekilde doğruyu bulabilirdi. Ama kimse bunu yapmak istemiyordu. Çünkü bu bir bilinmezliğe yolculuk demekti. Ve insan oğlu doğası gereği bilemediklerinden korkardı. Bu düzen korktuklarımıza zarar vermemizle sonuçlanıyordu her seferinde.Kimse öncü olmaya cesaret etmezdi. Bu yüzdendi zaten ejder halkının onlarla konuşmaması, çünkü bilmedikleri ejderlerden korkuyorlardı, ve bu yüzden onlara zarar vermekten asla geri durmuyorlardı. Şimdi ben secim hakkım olmaksızın öncü olmuş ilerliyorum. Sonu ne olurdu bilmiyordum. Ama tek bildiğim şey, diğerleri gibi korktuklarıma, bilmediklerime zarar vermeyeceğimdi. Onlara kendilerini kanıtlamaları için şans vereceğimdi.
Vadiden ayrılalı üç gün olmuştu. Nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum, öylece ilerliyorum sadece. Belki de iç güdülerimi dinliyordum. Ormanın içindeydim ve henüz bir insan izine rastlamamıştım. Çantamdaki erzak bitmek üzereydi. Ve bacaklarım çok ağrıyordu. Biraz dinlenmek için bir ağacın önünde oturdum. Çantamdaki matarada kalan son su da bittiğinde derin bir nefes aldım. Henüz ben bile kendimi tam anlamıyla tanımıyorken bir çok insanın sorumluluğunu almıştım. Ve başaramamaktan korkuyordum. Sanki bir masalın içindeydim. Ama ben bu masalın yanlız kahramanı değil aynı zamanda yazarıydım da. Sonunu kendim yazacağım bir masal...
Uzaktan gelen sesleri duyunca hızla oturduğum yerden kalktım. Birileri geliyordu. Ve ormanın neresi olduğunu bilmediğim Bir yerde yakalanmak istemiyordum. En azından krallığa kadar kimseyle karşılaşmak gibi bir niyetim yoktu. Çantamı sırtıma takıp , kılıcı belimdeki Kemere bağladım. Arkamdaki ağaca çıkıp yaprakların arasında bir dala oturarak kendimi kamufle ettim. Burada beni görmeleri biraz zordu. Çünkü ağacın yaprakları fazla sıktı.Ağacın önünden avcı olduklarını düşündüğüm bir grup geçerek uzaklaştı. Beni duyamayacakları kadar uzaklaştıklarını düşündüğümde bende ağaçtan inerek peşlerine düştüm. Sonuçta nereye giderlerse gitsinler elinde sonunda evlerine geri döneceklerdi. Yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra bir nehrin önünde durdular. Önce ne yaptıklarını anlamadım. Ama sonra aralarından biri elindeki oku kaldırarak havaya fırlattı. Okla aynı anda kafamı gökyüzüne çevirdiğimde, tüm ormanın duyacağı bir kükreyiş sesi duyuldu. Bir ejderhaya vurmuşlardı. Küçük bir ejderhaya. Çığlık atmamak için elimle azımı kapatmıştım ama gözümden yaşların düşmesini engelleyemedim. Ejderha ormanın içinde bir noktaya düşmüştü. Aslında çok yakınımda olan bir noktaya ancak avcılar, öldüğünü bildiğinden umursamamış ve ejderhaya bakma gereği duymadan yollarına devam etmişlerdi. Bense yaşadığım dehşeti atlatmaya çalıştım bir süre. Sonra kendimi toparlayıp ejderhanın düştüğü yere doğru hızla ilerledim.
Yeşil bir ejderha yerde öylece yatıyordu etrafı kanla kaplanmıştı . Yanına vardığımda can çekiştiğini fark ettim. Gözleri açıktı ama ölümle boğuşuyordu. Ağlayarak yanına gittim başına elimi koyduğumda o koca ejderha bir anda 7, 8 yaşlarında bir çocuğa dönüştü ve kucağımda yere yığıldı. Saçlarını geri attığım çocuk kucağımda son nefesin verirken gülümsedi. Yalnızca gülümsedi.
-a - ad-adım se-Seul. Dedi kekeleyerek.
Elini zorla kaldırıp yüzümdeki yaşları sildi. Acı çektiği her halinden belliydi.
-he-herkesi ku-kurtardı-dığında a-annem-me ben-nim-imde insan ol-oldu-ğumu söyle o-olur mu kraliçem?
Diyen küçük çocuk kucağımda son nefesini vermişti bile. Eli yana düşen çocuk kucağımda öylece dururken ben nefesimin kesildiğini hissettim. Gözlerimden süzülen yaşlar birer birer bu minik ejderin yüzüne damlarken buz gibi bir suya düşmüş gibi titriyordu bedenim. saatlerce ağlamış ve minik cansız bedene sımsıkı sarılmışım.Saatler sonra hıçkırıklarım azaldığında kendi çok zor toparladım. Bunu yapmak zorundaydım. Her ne kadar içim acısa da ağacın kenarında küçük bir çukur kazarak minik bedeni içine bıraktım. Bu küçük çocuk diğer arkadaşları gibi hakkettiği hayatı hiç yaşayamamıştı. Ama diğerlerinin onunla aynı kaderi yaşamasını izin vermeyecektim. Bundan sonra korkularım değil cesaretimle ilerleyecektim. Minik mezarın yanından kalktım. Yerden Çantamı ve kılıcı alarak ilerledim. Ama daha bir kaç adım atmıştım ki yerde parıldayan künye dikkatimi çekti. Ucunda Seul yazan bir künyeydi. Büyük ihtimalle minik ejderindi. Yerden künyeyi alarak ilerledim. Geri döndüğümde çocuğun ailesine iade edecektim. Tabi bir aileye çocuklarının acımasızca gözlerim önünde öldürüldüğünü nasıl söylerdim bilmiyorum. Künyeyi bileğime takıp yoluma devam ettim. Yine kaybolmuştum, avcılar çoktan gitmişti. BENSE yine tek kalmıştım. Bulutlar sanki minik ejder için ağlıyordu. Çakan şimşeklerle yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Ruhlar
FantasiaKüçükken masalları cok severdim. Güzel prensesleri kötü ejderhalardan kurtaran yakışıklı prensler, küçük bir öpücükle prensesi uyandıranlar... Ama büyüyünce farkettimki, o ejderhada yalnızdı, belkide yalnızca arkadaş istemişti kendine. Peki o prense...