20: Kral Eşi...

63 10 10
                                    

Luhan ile kahvaltımı yapıp yan odada kalan Jiyang' ın yanında aldım soluğu. Bakıcısı aynı zamanda süt annesi olan Yu Ren isimli kadın bugünden itibaren sarayda yaşayacaktı. Luhan dün onun saraya taşınmasını istemişti. Yu Ren de gelip Jiyang' ı emzirmiş ve hemen eşyalarını toplamaya gitmişti. Güvenilir ve sıcakkanlı birine benziyordu. Luhan bakıcı konusunda doğru bir seçim yapmıştı bence. Minicik bebeğin etrafına pervane olan dadıları geçip Jiyang' ın minik yatağının yanına oturdum. Gözleri hala kapalıydı. Sanırım yeni doğan bebekler hiç gözlerini açamıyorlar. Bazen hafifçe aralıyordu, o zaman gözbebeklerini bir anlığına görüyordum ama sonra yine kapatıyordu. Jiyang' a sarılıp süt kokusunu içime çektikten sonra oradan ayrılıp terzi müştemilatına indim. Kapı ardında dek açıktı ve odamda birileri vardı. Kaşlarımı çatıp hızla odama girdim. Birkaç tane cariye eşyalarımı topluyorlardı.

"Durun, ne yapıyorsunuz?"

Cariyeler önümde eğilip doğruldular.

"Majestelerinin emri doğrultusunda sizi saraya yerleştireceğiz efendim."

Şimdi bayılacağım! Daha şimdi Luhan' ın yanındaydım, ne ara böyle bir emir vermişti ki? Hem de hiç bana isteyip istemediğimi sormuyordu bile. Oflayıp kenara çekildim ve bütün eşyalarımın toparlanmasını izledim. Aslında saray yaşamı daha konforluydu, aklı olan her insan bunun için mutlu olurdu. Zaten eğer Luhan bana sorma zahmetinde bulunmuş olsaydı, güle oynaya giderdim saraydaki odaya. Benim sinir olduğum kafasına göre iş yapmasıydı. Bana değer verdiği için bu ara daha anlayışlıydı ama yine deli kafasına bir şeyler esmişti ki bana haber vermeden odamı değiştiriyordu.

"İyi, siz taşıyın ben atölyeye gidiyorum."

Yaslandığım duvardan çekilip kapıya yürüdüğümde odamı toparlayan cariyeler eğilip selam verdiler. Odamdan çıkıp atölyeye girdim. Terzi amcalarım harıl harıl çalışıyorlardı. Sanırım saray çalışanlarının yazlık kıyafetleri dikiliyordu. Yardım etmek için kendi sehpamın önüne gidip mindere oturdum. Hiçbiri benimle ilgilenmiyorlardı. Yüzlerinde tuhaf bir hüzün vardı.

"Eee? Bir hoş geldin yok mu? Dün yoktum ya hani?"

Gao amca bana bakıp gülümsemeye çalıştı.

"Hoş geldin oğlum. Nasılsın?"

"Ben iyiyim de siz pek iyi görünmüyorsunuz. Ne oldu?"

"İyiyiz."

Gao amca yalan söylüyordu. Gülmek için kendini zorlaması ve gözlerini kaçırması sağ olsun, kendini ele veriyordu. Kaşlarımı çattım ve Zhai amcaya döndüm.

"Zhai amca sen söyle, ne oluyor?"

"H-hiç. Ne olsun ki?"

Bir şeyler dönüyordu. Bu ortamdaki herkesin bildiği bir şeyi ben bilmiyordum ve bilmeme de izin verilmiyordu. Zhou amcaya sormadan yerimden kalktım ve kenardaki seramik su kabını aldım. İçinde su vardı biraz ama olsun. Mutfağın önündeki kuyuya gitsem yeter.

"Ben su getireceğim."

Hepsi de işlerine dönüp, bana bakmadan onayladılar. Atölyeden çıktığımda elimdeki su kabını gören askerler kendileri gidip su getirmek istemişler ve bana büyük saygı göstermişlerdi. Sanırım sarayda bana oda verildiği herkes tarafından duyulmuştu. Sarayda oda verilmesi demek kralın değer verdiği biri olmak demekti. Bu yüzden bana saygı gösteriyorlardı. Ama su kabını onlara veremezdim. Dedikoduların kalbi olan mutfağa gitmem ve benden sakladıkları şeyleri öğrenmem gerekiyordu. Su getirme tekliflerini reddedip kabı bağrıma bastığım gibi kuyunun yanında aldım soluğu. Kuyunun dibine salladığım kovayı ağır ağır çekerken bir yandan da mutfaktan gelen sesleri dinliyordum.

Long Live the KingHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin