Ölmek nasıl bir şeydi acaba? Daha doğrusu insan öldüğünü nasıl anlardı? Zifiri karanlıkta yalnız kalmak gibi miydi? Nerede olduğunuzu görmeye çalışır ama göremezdiniz. Seslenir ama sesinizi kimseye duyuramazdınız. Müslümanların inanışına benziyordu bu. Müslüman bir arkadaşım anlatmıştı: "Ölünce önce bir çukura koyuluruz, sonra mezarımız içeri göçmesin diye üzerine tahtalar kapatılır ve en son mezar toprakla örtülür. İşte bizim inanışımıza göre herkes gidince ruh tekrar bedene döner, nerede olduğumuzu anlamak için etrafa bakarız ama karanlıkta hiçbir şeyi göremeyiz. Sonra birilerine mum getirmeleri için sesleniriz ama kimse cevap vermez. İş başa düştü diyerek yerimizden doğrulmaya kalktığımız anda başımızı üste dizilen tahtalara vururuz ve işte o zaman anlarız öldüğümüzü. Sonrası ise büyük bir korku ve panik olur." Eğer Müslüman olsaydım yerimden doğrularak ölüp ölmediğimi teyit etmeye çalışırdım ama değildim. Biz yakardık ölülerimizi. O zaman nasıl anlayacaktım? Önce elimle yeri yokladım. Soğuk ve gıdıklayıcı bir his belirdi avucumda. Çarşaf gibiydi temas eden şey tenime. Kulağıma kuş sesleri gelirken koyu bir sessizlikte olmadığım için biraz korkum azalmıştı. Kuruyan boğazımı ıslatmak için birkaç kez üst üste yutkundum. Korkumun azalmasının getirdiği cesaretle gözlerimi hafifçe araladım. Bulanık görüyordum. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp görüşümün düzelmesini umdum. Görüşüme yukarıdan aşağı doğru uzanan bez parçaları girince doğrulmak istedim ama sol tarafıma giren ağrı buna engel olunca inlememe engel olamadım.
"Ah!"
"Demek uyandın."
Sağ taraftan gelen sese doğru döndüm. Siyah kıyafetli, saçı beline kadar uzun yarım ve toplanmış, çenesinde minik bir beni olan ve güzel gülüşlü bir adamdı gözüme çarpan. Acaba araba çarptıktan sonra beni hastaneye götürmek yerine tarihi dizi setine falan mı getirmişlerdi? Adamı bir süre inceledim, bana bir şeyler söylemesini bekledim ama o yüzünde her saniye daha da büyüyen gülümseme ile bana bakıyordu sadece. Adama daha fazla bakamadım. Çünkü sol bacağımın üst kısmı şiddetli şekilde ağrıyordu. Yarı uzanır vaziyetimi bırakıp tamamen uzandım. Konuşmak, nerede olduğumu sormak, onun kimliğini ve kazadan sonra neler olduğunu öğrenmek istiyordum ama boğazım o kadar kuruydu ki sesim çıkmayacak gibi hissediyordum. Üst üste birkaç kez yutkunup elimi refleksle boğazıma attım.
"Dur, su getireyim sana."
Başımı çevirip bakır bir sürahiden yine bakır bir tasa su doldurmasını izledim. Küçücük odada hemen yanımda bitti ve enseme elini atıp beni hafifçe doğrulttu. Tası dudaklarıma uzatınca meme bekleyen bebek gibi dudaklarımla kaptım hemen tası. Kana kana su içerken adam kıkırdıyordu. Suyun hepsini bitirince derince bir 'oh' çektim. Ciğerim yanmış resmen! Adam elindeki tası yere koyup yatmama tekrar yardım etti. Başımı yastığa koyunca yere eğilip tası aldı. Tam yataktan kalkacaktı ki kolundan tutup durdurdum onu. Ne olduğunu sormak ister gibi bir ifade belirdi yüzünde.
"Neredeyim ben?"
Adam yine gülümseyerek eliyle elime vurdu teselli eder gibi. Erol evgin gibi sürekli gülümsüyor.
"Ne demek neredeyim? Evimizdesin ya işte. Yine resim yapacağım diye bahçedeki çınar ağacına çıkmışsın. Düşünce sese koştum. Seni öylece yerde yatıyor görünce kan beynime sıçradı. O kadar yükseğe çıkıp manzara resmetmek zorunda mısın?"
Evimiz? Burası ne biçim evdi ve ayrıca benim evime hiç benzemiyordu? Tarihi diziden fırlamış gibiydi.
"Ne biçim ev burası? Ayrıca sen kimsin?"
"Shixun sen iyi misin? Düşünce başını mı vurdun? Ben ev arkadaşın Xiao Zhan. Hatırlamıyor musun beni?"
Çin adımla seslenen bu adam beni tanıyordu ama ben onu tanımıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Long Live the King
Fiksi Penggemar"...Ama şunu bilmelisin ki Wu ShiXun, yakalamak bizim en iyi yaptığımız şeydir..." Ana Çift: HunHan/HanHun Yan Çift: YiZhan Tür: Tarihi/Dram/Komedi *Geri dönüşümün şerefine... *Smut içerik vardır. *Üç-beş entrika, bir-iki idam falan var.