“Beni göndereceğine inanamıyorum. Bana değer verdiğini söylüyorsun ama beni bırakmak istiyorsun. Bu ne kadar saçma bir şey böyle! Git buradan, uyumak istiyorum.” Isabel bağırarak onu odadan kovmuş sonra hıçkırıklara boğulmuştu. Onu bırakmayı kendisi göze alamasa bile Adrian bunu yapmıştı. Hem de bir hiç uğruna. Ortada bir sebep yokken, onu geri götüreceğini söylemişti. Isabel, bunların bir rüya olduğunu düşünmek istiyordu. Aslında, bu bir rüyadan çok kabus gibiydi. Hiç gerçekleşmemesini dileyeceği bir kabus.
“Sevgilim,
Aslında bu mektubu yazarken mutluyum. Sana son bir kere daha ‘sevgilim’ diyebiliyorum. Ama bu yarından itibaren son bulacak. Ben, seni her şeye rağmen bırakmazken, sen beni bırakabiliyorsun. En ufak şeyde benden vazgeçersen biz nasıl bir bütün olabiliriz? Bana nasıl değer verebilirsin? Beni nasıl sevebilirsin? En üzücü soruysa, beni nasıl bu şekilde sevebilirsin? Seni bırakmak hayatımda isteyeceğim en son şey. Bundan daha kötüsü ise senin beni bırakman. Ama benden vazgeçtiğine göre, daha fazla üzülmeni istemiyorum. Bana söylemiştin ya hani ‘Seni sevdiğimi unutma.’ Diye, sende benim seni sevdiğimi unutma. Seni ölene dek seveceğim. Ki buradan gittiğimde, kalbimi sende bırakmış bir ölü olacağım. Amcamın beni evlendirmek istediği adamla evlendirecek ve ölü bir gelin olarak güleceğim. Senden tek isteğim beni unutmaman. Sana beni hatırlatacak hiçbir şey bırakmak isterdim sevgilim. Beni her gün hatırlamanı sağlayacak bir şeyler. Bunu yapamadığım için beni affet, lütfen. Kendini suçlamaktan vazgeç ve sana varis verebilecek biriyle evlen. Belki çocuklarınız olur ve mutlu olursunuz. Neden olmasın?” Isabel’in gözünden damlayan birkaç damla mektubunu bölmüştü. Kağıdın üzerine damlayıp, yazıları dağıttıktan sonra orada kurumuştu. Isabel ise odaya bakıyor ve Adrian’la buradaki anılarını hatırlıyordu.
“Neden?” diye kendi kendine fısıldadı ve mektubuna geri döndü. Onu bırakmak zorundaydı. Bu olaydan, en az zararla bu şekilde kurtulabilirdi. Adrian’ın, onu elleriyle bırakmasına katlanamazdı. Ona bakarak ‘hoşça kal’ demesine katlanamazdı.
“Sevgilim, bak, hava karanlık. Çok karanlık. Sanki beni çağırır gibi. Sabaha karşı İskoçya’ya varmış olacağım. Eşyalarımı alması için amcamın adamlarından birkaç tanesini yollayacağım. Senin beni bırakmana katlanamam. Katlanamazdım. Bana bakarak, beni bıraktığını söylemenin ne kadar acı verdiğini biliyor musun? Ailemi kaybettikten sonra, bir daha bu kadar üzülmeyeceğime dair kendime söz vermiştim. Ama anladım ki sana ruhumu, kalbimi bana ait olan iyi her şeyi vermişim. Geriye bana sadece hüzün ve acı kalmış. Zamanla onlarla da yaşamaya alışacağım ve sende benim kalbimin yaptığı ağırlıkla yaşayacaksın. Seni, tahmin edemeyeceğin kadar çok sevmenin suçu buymuş demek ki. Ben, kendimi bildim bileli böyle bir hayatım vardı. Acı,hüzün ve kederken oluşan bir hayat. Ne kadar güzel olabilirdi ki? Daha ne kadar üzülebilirdim? Zaten yeterince acı çekmemiş miydim? Ama sen, sen beni tekrar hayata döndürdün. Kalbimi bana verdin. Duygularımı, ruhumu uyandırdın. İlk defa birini sevebileceğimi, onunla olabileceğimi hissettirdin. Seninle mutluluğu,aşkı,sevgiyi tattım. Böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal bile vermezken, sen bana bütün bunları yaşattın. Bunun için pişman değilim ve sana bütün bunlar için teşekkür ediyorum. O yüzden kendim gidiyorum. Beni bıraktığın düşüncesini de arkamda bırakacağım. Sanki kendim gidiyormuşum gibi olacak. Seni suçlamayacağım ve bu hale gelmemin tek suçlusu kendim olacağım. Bu yüzden kendini hep sevmelisin. Çünkü kalbimi sende bırakacağım ve ona iyi bakmanı istiyorum. Seni seviyorum, sevgilim.”
Isabel, mektubu katlayıp masanın üzerine bıraktıktan sonra uçmaması için üzerine su bardağını koydu. Üzerine siyah pelerinini aldıktan sonra evden sessizce çıkmış ve atların bulunduğu alana ulaşmıştı. Atını çıkararak üzerine atladı. Yavaşça evden uzaklaşırken, gözyaşları da sel oluşturacakmış gibi yanaklarından süzülüyor, oradan boynuna ulaşıyordu. Aradan birkaç dakika geçmeden eve dönmüş ve bakmaya başlamıştı. Çoktan onu esir alan hıçkırıkları duyulmasın diye oradan büyük bir hızla uzaklaşan Isabel, duyularını kaybetmiş gibiydi. Sesleri duymuyor, karanlık dışında hiçbir şey görmüyordu. Sadece tenine çarpan soğuğu hissediyor ve yüzüne çarpan dalların çizdiği yerleri hissediyordu. Ne kadar süre gittiğini hatırlamıyordu ama çok yorulmuştu. Gün ışımaya başlamış, güneş kendini göstermişti. Sanki hayatın bitmediğini söylemeye çalışıyordu. Sonunda İskoçya topraklarına girdiğinde, bir su birikintisinin yanında durdu ve dinlenmek için bir ağaca yaslandı. Gözyaşları durmamıştı. Hıçkırıklarının azaldığını düşünürken, bir anda artması hiç iyi değildi. Bacaklarını kendine çekip, yüzünü elleriyle kapattığında hıçkırıkları etrafta yankılanıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tatlı Kurban
Romance-Bana aşık olabilir misin? -Asla. -Ben de öyle düşünmüştüm, sevgilim. Sanırım ben de sana 'asla' aşık olmayacağım. -...