İnsanlar, çok fazla duyguyu çok yoğun yaşadıkları anlarda kendilerine savunma mekanizması seçerler. O an her şeye inanır, her şeye tutunmaya muhtaç bir şekilde aranırlar. Bu sırada bir insanın karşısına çıkarsanız, bilin ki; O kişi sizin ağızınızdan çıkacak her harfe, her kelimeye, ağızınızdan çıkacak tek bir söze bile tutunur. Ve ben zaten bunu çok eskiden, çok defa yaşamış, her seferin de bulduğumu sandığım umut, avuçlarıma yara olmuş, zamanla nasır tutmuştu.
Ve ben, buna karşı başka bir insanı görünce kayıtsız kalamıyordum. Evet... Bu kulağa iyi bir şey gibi gelse de benim için değildi. Ben her durum da kayıtsız kalabilmeliydim. En az bir ölü kadar hissiz ve tepkisiz... Yıllardır olduğu gibi. Olması gerektiği gibi.
Kocaman bahçede bir ağacın altına dizlerini kendine çekerek, ellerini dizine dolamış, ve başını dizlerinde gizleyen, küçük prenses elbisesinin içindeki kızı gördüm. Sarışındı. Benim saçlarım ne kadar karaysa onun ki güneş gibiydi.
Buradan bile anlaşılıyordu. Onun aydınlığı, benim karanlığımı daha da gözle görülür, somut bir şey haline getiriyordu.
Ben sadece karaydım, sadece siyah, sadece gece. Ama o güneş saçıyordu. Ve Gecede, Güneş'e yer yoktu. Karanlığı bir tek Ay bölebilirdi Gecede. Beni bölen bir ay bile yoktu. Tamamen zifiriydim. Ve bu tüm şehri zifiri bir karanlığa ve sonsuz bir zift'e boğuyordu.
Bu bana ne mi hissettiriyor. Hiçbir şey. Uzun zamandır olduğu gibi. Olması gerektiği gibi.
Hıçkırarak ağlarken, omuzları sarsılıyor ve sürekli burnunu çekiyordu.
"Bu kadar ağlarsan perilerini hissedemezsin." dedim diz çökmüş ve onun boyuna gelmeye çalışmıştım. O ise irkilerek ilk önce kafasını kaldırmıştı. Sandığımın aksine korkmamış, irkilmemişti bile. Aksine, kızaran mavişlerine karşılık kocaman gözlerle bakıyordu bana merakla. Tıpkı küçük bir Tinkerbell gibiydi. Kaybolmuş bir Tinkerbell. Sonra ise gözyaşlarını silip, gizleyemediği bir merakla;
"Nasıl yani, ne perisi?" diye sormuştu. Tüm odağını anında bana çevirmişti. Tahmin ettiğim gibi. Gözlerine baktığımda ağlamaktan kızarmış mavişlerini gördüm ve bu beni gülümsetmişti. Elaya benziyordu. Tıpkı Ela'nın küçüklüğü gibi. Oysa ben Ela'nın küçüklüğünü bile sadece gösterdiği fotoğraflardan biliyordum.
Ve dört yıl önce tuvalette duvarlara sırtını dayayıp, fayanslara oturan, tıpkı bu küçük Tinkerbell gibi ellerini dizlerine bağlamış kız çocuğunu görüyordum. Kırmızı balonu elinden uçmuş bir kız. Balonunun yeniden ona geleceğine dair vaatler almak isteyen küçük bir kız. Nerede görürsem göreyim tanırdım onları. Bence acıların da yüzü vardır. Ve biz karşımızda ki insanı daha önce hiç görmemiş olsak bile, bu acıları; ezbere bildiğimiz yüz gibi tanırdık.
Sıfatlar ve suretler yalnızca aldatmacadan ibaretti. Asıl sıfat, acının verdiğidir. Asıl o zaman tanırsın hiçbir sözcüğe, hiçbir kelimeye, hiçbir dine, hiçbir dile ihtiyaç duymadan. Görür görmez tanırsın onları. O da senin gibidir aslında. Sen ve onlarcası, binlercesi gibi..
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FÜSUN
Teen FictionÇin mitolojisinde ; " Kaderin Kırmızı İpi " adında bir inanış vardır. İnanışa göre, Tanrı her insanın ayak bileğine kırmızı bir ip takar ve kaderleri birleşecek insanları, bu ipler sayesinde ezelden bağlarmış. Bu ip zamanlandıkça esner ve kördüğüm o...