Ağızımda ki kuruluk beni rahatsız ediyor ama gözlerim açılmamak için büyük bir direnç gösteriyordu. Gözlerimi araladığımda belimde bir boşluk, bir soğukluk hissediyordum. Gözlerimi kırpıştırıp uykuyu kovaladım. Sonra Araf'ı hatırladım. Onun yattığı tarafa döndürdüm kendimi.
Ve koca bir boşluk.
Rahatsız eden bir ürperti.
Gitmişti. Ama kokusunu burada unutmuştu. Çünkü hala o kokuyordu sol taraf.
Gözümü saate kaydırdım. Sabahın beşine doğru geliyordu. Erken gitmişti. Sanırım sabah daha fazla olay çıkarmamak için. Boğazımda ki kuruluğa son vermek için kalktım yataktan. Komodinin üzerinde ki dün geceden kalan ballı süt bardağı aklıma dün geceyi getirdi. Mutfağa geçtim ve iki bardak suyu içip mutfağın camından dışarı baktım.
Güneş doğmak ile doğmamak arasında kararsız gibi duruyor. Dışarıda bir tek kuşlar ve ağaçların hışırtılı sesleri vardı. Yeniden yatamayacağımı bildiğim için odamdaki battaniyeyi omuzlarıma atıp sessiz olmaya özen göstererek dışarı çıktım.
Kırmızı ağacın yanında ki kamelyaya oturdum. Bir süre öylece seyrettim.
Düşündüm...Şimdi karşımdaki evde; beni sevgisi ile yaşatan aşık bir çift, benim hem ilk aşkım hem ilk kalp ağırım hem de geçmişim olan Boncuk Yeşili Gözlü Çocuk, Beni kendi Arafına çekip aynı zamanda orada da beni Özgür kılan bir Adam... Hepsi aynı çatı altındaydı.
'Sonsuzluk.' kavramını düşündüm biraz. Dedemin ve anneannemin elbette bir gün öleceği gerçeğinin bilincindeydim. Beklemediğim ve beni bu kadar sarsan asıl şey, bunun benden önce olmasıydı. Hep ve her zaman onlardan önce benim bu dünyayı terk edeceğimi düşünmüştüm. Belki de öylesi hep daha kolay geldi. Ama olmadı.
Sonsuzluk... Nasıl sonsuz olurdunuz. Sonsuz olan sadece Efsanelerdir. Adınızı hatırlayan son kişi öldüğünde sonsuza kadar ölmüş olacaksınız o zaman. Tabi eğer bir Mecnun ya da bir Ferhat değilseniz.
Omuzlarında battaniye ile gelen, bir çift boncuk yeşili göz vardı. Gözlerinde ki şişlikler yeni uyandığını ve yüzündeki her an yeniden düşüp yatacakmış gibi duran munzur bir ifade ile geldi. Yanımda kamelyaya otururken, "Günaydın." derken aynı zamanda ağızını yırtacak kadar açıp esneyerek söylemişti.
"Günün sana aydığından pek emin değilim." dedim bu hali ile dalga geçerek. Her zaman çok erken uyanıp uykusunu alamadığın da, sabah uyandığında ilk çok ciddi olur ve her şeyi de çok ciddiye alırdı. Aynı zaman da çok da asabi bir yanı olurdu. En azından eskiden hep böyleydi. Hala da böyle demek.
"Hı?" deyip yüzüme o kadar boş ve o kadar anlamsız bakıyordu ki tam bir şapşal gibi duruyordu.
Gülerek, "Niye geldin buraya diyorum, git yat daha afyonun patlamamış." diyerek tane tane anlatmaya çalıştım. O ise bu defa kaşlarını çatıp,
"Afyon mu patlamış, neden?" diye sorduğunda şuan hiçbir gücün onun kafasını yerine getirmeyeceğini anlamıştım.
"-Sabah sabah daha kendine bile gelememişken sana geldi bu he..." Şırfıntının söylediği şey onun yüzüne bakıp uzun uzun düşünmemi, uzun uzun onu seyretmemi sağladı.
En sonunda onu omuzlarından tutup kafasını dizlerime doğru yatırırken "Gel." diye fısıldadım onun duyacağı bir şekilde. Hiç itiraz etmemişti. Usul usul koydu kafasını ve koyduğu an yüzüme bakıp yarım ağız hoşuna gittiği belli olan bir gülümseme bahşetti.
"Eflal... Gök yine en güzel renginde." dedi sanki gökyüzünü seyreder gibi benim yüzümü seyrederken.
O bana bakıp aslında eskileri yad ederken benim de ona bakarken aklıma gelenler eskilerdi. İkimiz de şuan aynı yerdeydik belki de.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FÜSUN
Teen FictionÇin mitolojisinde ; " Kaderin Kırmızı İpi " adında bir inanış vardır. İnanışa göre, Tanrı her insanın ayak bileğine kırmızı bir ip takar ve kaderleri birleşecek insanları, bu ipler sayesinde ezelden bağlarmış. Bu ip zamanlandıkça esner ve kördüğüm o...