Yeniden gözlerimin buluştuğu yer, beyaz tavandı. Yatağımda kendimi salarak sırt üstü uzanmış, tavanı izliyordum. Sadece bedenimi değil, zihnimi de salmıştım. Aysel'i düşünüyordum. Eflal'i düşünüyordum. Planımı düşünüyordum. Karanlığı, aydınlığı... Bu zalim dünyada beni hiçbir şeyin ısıtmadığını düşündüm. Düşündüm, düşündüm, düşündüm. Tek bir şeyi düşünmedim. Tek bir şeye izin vermedim zihnimde. Tümör. Aklıma Orhan Pamuk'un kelimeleri döküldü;
"Mutsuzluktan hiçbir şey yapamaz olunca, mutluluğu düşünmeye başladım." Ben de düşünmekten başka bir şey yapamaz olunca, düşünmemeyi denemiştim. Oysa bunun nasıl da boş bir uğraş olduğu konusunda nasıl da boşa kürek çektiğimin ispatı; şuan beyaz tavana bakıyor olduğumdu.
Göğüsüm arada bir sızlıyor ama verdikleri serum hala iş görüyor olacaktı ki ağrısını pek fazla hissetmiyordum. En başta bana kalsaydı, ne serum ne de başka bir şey istemezdim. Ben acıyı çok uzun zaman önce tatmamış ona dönüşmüştüm. Tekrar acıyı hissetmek, tekrar hissedebilmek, iliğime kadar acıdan sızlanmak isterdim.
Bütün bunların içinden sıyrılmamı sağlayan, kulaklarıma ulaşan kapı ziliydi. Kapı çalıyor ben yine de bir milim kımıldamadan öylece tavanı seyrediyordum. Ama kapıyı çalan çok inatçı biri olacak ki bir türlü ayrılmıyordu. Yaklaşık beş dakika oluyordu ama o ayrılmıyordu kapıdan. Zilin başımı ağrıtacağını bildiğimden kapıyı açma kararı aldım. Tabi bu hadsiz kimse de, haddini bildirmeyi.
Kapıyı söylenerek açmaya gittim. Kapının kulpunu indirdiğimde kapının ardında ki yüz beni şaşırtmamıştı. "Ne işin var senin burada? Ayrıca sağır olduğumdan değil, canım istemediğinden açmadım kapıyı ve eğer senin olduğunu bilseydim, kapıyı asla açmazdım." dedim net bir şekilde lafımı esirgemeden. Karşımda bu defa sabah gördüğüm takım elbiseli Araf değil de daha sportif giyinmiş bir Özgür vardı. Kaşlarım çatık her an üzerine atlayacakmışım gibi duruyordum. O ise sanki beş dakikadır kapıyı inatla çalan kişi değilmiş gibi bakıyordu. Bir şey demeden hemen arabasına taraf dönüp, gözlerini kısarak elleriyle gel gel işareti yapıp dudaklarını 'Gel' diyerek oynatmıştı sadece. Arabanın içinde biri vardı demek ki.
Umarım Ela falan değildir. Zaten bu sabahtan sonra uraya onu getirmesi saçmalık olurdu.
Bu sabaha ne çok şey sığmıştı öyle. oysa hep geceler daha uzun gelmez miydi? Bu sabah ve bugün, bitsindi artık.
Arabanın arka kapısı açıldığında onu gördüm. Tinkerbell.
Sarı ışık saçan saçları, yeşil elbisesi ve mavi gözleriyle resmen bir çizgi film karakterinin gerçek hali gibiydi. Yürürken bile aydınlık, enerji saçıyordu. Beni görünce; ağzını kocaman açıp dişlerini göstererek gülümsemiş ve bana doğru küçük bacaklarıyla koşmaya başlamıştı.
Sevinçle çığlık atıp kollarını bana uzattığında ben de dizlerimi çöküp onun için kollarımı kocaman açmıştım. Boynuma atılıp, "Peyi men geldiym!" dedi kocaman gülerek. Onun üzerinde bu elbette ki etki yarattığımı biliyordum. Bir nevi hem onun Mucizesi hem de Kurtarıcısı olmuştum. Ama burada, şu anda beklemiyordum. Hem o günü Özgür'e anlatmış mıydı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FÜSUN
Teen FictionÇin mitolojisinde ; " Kaderin Kırmızı İpi " adında bir inanış vardır. İnanışa göre, Tanrı her insanın ayak bileğine kırmızı bir ip takar ve kaderleri birleşecek insanları, bu ipler sayesinde ezelden bağlarmış. Bu ip zamanlandıkça esner ve kördüğüm o...