Herkese merhabalar. Uzun süreli bir aradan sonra pazartesi bölüm geleceğinin sözünü vermişken bugüne kalmış olmanın mahcubiyeti içindeyim. Üçüncü doz aşı mağdurlarından biri olduğum için bölüm biraz gecikti ama size gönlünüzü alacağımı düşündüğüm bir sürpriz ile geliyorum. Her beş bölümde bir gelen ekstra bölümümüz için akşamı bekleyebilirsiniz.
Senelerdir üzerinde çalıştığım bir kurgu olmasına rağmen ilk defa olayların dallanıp budaklanıyor olması itibariyle benim için yazması zor, okudukça acaba olmadı mı hissiyatı yaratıp aynı sahneleri farklı farklı cümleler ile yazdıran bir bölümdü. Bu sebeple her bölüm özelinde benim için çok kıymetli olan yorumlarınız bu bölüm biraz daha özel, biraz daha gerekli.
Okumanız, beğenmeniz ve yorumlarınızla yanımda olmanız dileğiyle.
.........................
Benim Monte Carlo'ya uyum sağlamam için sadece birkaç saat yetmişti. Kocaman bir panayırı andıran küçük şehir tamamen gösteriş, lüks, hırs ve arzulardan oluşuyordu. Monte Carlo'yu sevmiştim. Hayır Monte Carlo'ya bayılmıştım. Sonu gelmeyen partiler, insanların zenginliklerini yarıştırdıkları sosyal ortamlar, gözleri kör edecek kadar renkli ışıklar ve elbette sudan bile daha fazla tüketilen şampanyalar... Bu şehir bütünüyle benim için yaratılmıştı ve benim buraya ilk kez geliyor olmam büyük talihsizlikti. Halbuki buraya dair birkaç anıyı geçmişimde barındırmak son derece keyifli olurdu eminim, gerçi çoğu zaman sarhoş olacağımdan büyük bir kısmını hatırlamadığım seyahatler olurdu ama hatırlamıyor olmak acıyı silmediği gibi neşeyi de silip götüremezdi muhtemelen. Yine de çok şey kaçırmış sayılmazdım. Buradaki ikinci gecemizde, birkaç saat sonra başlayacak bir davete hazırlanırken bile çoktan yarı sarhoştum.
İçerideki salondan hiç ilgimi çekmeyen bir sürü konuyla alakalı konuşma sesleri geliyordu. Mehmet Efe'ye benimle ilgilenmesi için nazlanmıyorsam ya da bunu yapamadığı için tüm bir haftasını ona zindan etmiyorsam bunu sebebi bunun esasında bir iş seyahati olduğunu kabul etmem değil Ayvalık'taki son gece üzerine hala kendimi yiyip bitiren düşüncelerle boğuşmamdı. Doğrusu Mehmet Efe birlikte olduğum adamlar içerisinde sevişmek konusunda işleri en yavaştan aldığım kişiydi, bunun bir şeyleri doğru yapmak ya da işleri normal seyrinde ilerletmeye çalışmak olduğunu söylemek yalan olurdu. Ben daha ziyade biraz onun sabrını sınamak biraz da tensel çekim işin içine girmeden önce bazı şeyleri daha net görmek istemiştim yine de aklımı meşgul eden onunla sevişmiş olmak değildi. Zaten bundan pişmanda değildim. Benim aklımı kurcalayan şey hep olduğu gibi geçmişimizin bize getirdikleriydi. Mehmet Efe'nin o gece neler görmüş olduğunu deli gibi merak ediyor aynı oranda cevapları duymaktan korkuyordum. Ailesi tarafından kurban seçilmiş bir çocuğun neden kabuslar gördüğünü, o kabuslardan uyanır uyanmaz neden ben, diye sorduğunu anlayabiliyordum ama eminim hayatımda en sevdiğim insanı kaybettiğimi söylediğimde de insanlar beni anlayabiliyordu. Ama her şeyi bilmek, bütün detayları, tüm duyguları bilmek farklıydı ve benim bunları duymaya gücüm var mıydı emin değildim.
Mehmet Efe'nin gözünden akan iki damla gözyaşıyla bile baş edemiyorken dahasını kaldırabilmek konusunda kendime güvenmiyordum ama şunu da itiraf etmem gerekiyordu ki tüm kötü anılar ve ihtimallerden uzak bir şekilde Mehmet Efe'nin gözyaşlarını sevmiştim. Hayır bahsettiğim iki damla tuzlu su değildi. Benim avuçlarıma insanın çok kederli bir anında akıttığı göz yaşlarının sayısından çok daha fazla pırlantalar bırakılmıştı nasıl zamanla buharlaşıp giden birkaç damla sudan etkilenebilirdim, nasıl onları sevebilirdim üstelik onlara sahip değilken? Ben Mehmet Efe'nin korkuları gibi acılarına karşı dürüst oluşunu da sevmiştim, her ikisini de müthiş bir çekincesizlikle bana itiraf edebilmesini sevmiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ARAF
General FictionHer ikisi de çok uzun zamandır ölüydü. Bedenlerindeki kusursuzluğun aksine her ikisi de ruhlarının çürüdüğünü biliyordu. Ruhlarından yükselen bu kokuyu saklayabilmek için pahalı parfümleri; bedenleri için yüksek tavanlı mezarları ve kaliteli kumaşla...