"Neyi kaybettiğini hatırla"
Her şeyin başladığı gece
Serindi neredeyse soğuk. Öyle ki şampanya kadehini tutan parmaklarımın hafifçe uyuştuğunu ve dekoltemin açıkta bıraktığı sırtıma küçük iğnelerin battığı hissedebiliyordum. Daha önce zaten bir kez zattüre atlatmış ciğerlerim her nefes alışımda biraz daha sızlıyordu. Bunun başıma bela açacağını biliyordum. Üstelik bu -her ne kadar mesleğimi yapmıyor olsam bile- bir doktor oluşumla alakalı bir şey bile değildi. Bunu aklı selim her insan görebilirdi ama birkaç masa ötemde, hiç tanımadığım insanlarla, yüzünde canımı soğuktan daha fazla yakan tanıdık bir tebessümle sohbet eden Utku göremiyordu. Oysa bir zamanlar Utku'nun her şeyi görebildiğini düşünürdüm. Henüz küçük bir çocuk olduğum zamanların tamamı ve gençliğim büyük bir kısmında. Ona bakardım ve herkese karşı ördüğü duvarların ardında gizlediği adamı gördüğümü sanırdım. Atakan'ı hep biraz daha fazla sevmiş olduğum doğruydu ancak Utku'ya ulaşmak için, onu daha fazla sevmek ve onun tarafından daha fazla sevilebilmek için her zaman daha fazla çaba sarf etmiştim. O, bunu yapmamıştı. Bilemiyorum, belki de yapmıştı ancak hayatının geri kalanında gerçekleşen her şey gibi bizden saklamıştı, emin değildim. Emin olduğum bir şey varsa o da Utku'nun iyi bir insan ancak kötü bir ağabey olduğuydu. Tam tersi olsun isterdim. Bunun tüm kalbimle istediğim ilk şey olduğunu şimdi bile hatırlıyorum, uzun zaman önceydi. Çok uzun zaman öyle ki bu isteğin beni nasıl bir insan yaptığı üzerine düşünmeyi bıraktığım günlerin üzerinden bile seneler geçti. O kadar uzun zaman geçti ki ben bir ağabey, bir anne ve bir sevgili kaybettim. Ben bir babayı asla kazanamayacağımı fark ettim. Utku'nun duvarları her geçen gün biraz daha yükselirken ve benim o duvarları aşmak için sahip olduğum güç giderek azalırken bir sürü doğum günü geçti. Annemizin mezar taşındaki yazılar iki kez silindi, ağabeyimizin hiç görmediği oğlu babasının ismini yazmayı öğrendi, babamızın onlarca sevgilisi oldu, Utku'nun güneş sarısı saçlarına kayan yıldızları andıran aklar düştü ve ben Vefa Şahzade oldum. Serin uykulardan, güzel rüyalardan, iyi niyetlerden, hoşgörüden, utanıca yanakları kızaran genç bir kadın olmaktan, bir çocuğun annesi olma fikrinden azat edildim. Zira beni böyle görmek istediler, beni böyle görünmeye ittiler. Heyecanlanınca nefesleri sıklaşan, küçük şeylerden mutlu olabilen, ağabeyine sarılabilmek için merdivenleri ikişerli inen, okul korosundayken naif şarkıları söylemek isteyen genç kızı hiç sevmediler. Öyle ya ben yalnızca Vefa olamayacak kadar önemli bir soy isme sahiptim. Osmanlı'nın en güçlü kadın sultanlarından birine dayanan bir soyun kuşaklar sonra dünyaya gelmiş tek kadın varisiydim. Soyu hanedana dayanan, cemiyetin en köklü ailesinin prensesiydim. Altın beşiklerde, ipekler içinde büyümüştüm, geçtiğim yollara nergisler serilmişti. Daha doğduğum gün ismim, boğazdan geçerken ufak bir şehirmiş gibi görünecek kadar büyük gemilere; annem ve babamın ayak bastığı her şehirde binlerce fidanın dikildiği hatıra ormanlarına verilmişti. İnsanlar soy ismimim bana kattığı şeylerden etkilenmiş, hayranlık duymuş, kıskanmışlardı. İnsanlar benden korkmuştu. Üstelik onlara bir şey yapamayacak kadar küçük olduğum halde. Ana okulunda oyuncaklarını, ilk okulda masalarını, lisede sırları paylaşmamışlardı benimle. Sonra da kıskançlıklarını kabullenmek yerine vicdanlarını rahatlatacak başka şeyler aramışlardı. Soğuk ve kibirli, burnu havada, kendini beğenmiş demişlerdi önceleri. Sonra bunları daha ağır ithamlar takip etmişti, sonraları daha ağırları... Zamanla kabul ettim bende. Aslında olmadığım o tüm sıfatlar, tıpkı soy ismim gibi seçmediğim bir etiket gibi üzerime yapıştırılırken, istedikleri insan oldum. Haksız ithamlar altında ezilen, her gece ağlayarak uyuyan bir kız çocuğu olmak yerine güçlü bir kadın olmayı tercih ettim. Onları ezdim, yukarıdan baktım ve hatta bazen daha da ileri gittim. Bundan rahatsız olmadılar aksine onlara, beni dışlamalarını haklı çıkaracak bahaneler ürettikçe beni sevdiler, bana hayranlık beslediler. Şimdi burada, koca salonun ortasında ve herkesin görebileceği tek masasının etrafında, üzerimde yapımı aylarca süren elbisemle dururken beni izleyebiliyor olmaları onlara sunduğum bir lütuf. Bu baloya girmek için ödedikleri paranın sebebi açık arttırmaya katılmak bile değil, beni görmek. Neredeyse tebessümümü koca bir kahkaha dönüştürecek bir farkındalık bu ancak bu gece henüz kahkahalarımı hak edecek kadar özel bir gece değil. Belki biraz sonra öyle olacak, istediğim şeyleri elde ettiğimde veyahut Utku ceketiyle omuzlarımı örttüğünde.Birincinin olacağını biliyorum ikincisi ise bana kaçamak bakışlar atan Utku'nun beni görmek için gözlerime yeterince bakıp bakmayacağına bağlıydı. Konuştuğu insanlarla vedalaşıp masamıza doğru yürürken ilk defa görüyormuş gibi süzdüm Utku'yu. Üzerinde İngiliz kesim siyah bir takım vardı. Özel dikim olmadığını biliyordum zira Utku böyle şeyleri sevmezdi yine de takım elbisesi bizzat üzerine dikilmiş gibi harika duruyordu. Siyah sayılabilecek kadar koyu bir yeşildendi kravatı. Işık doğru açılardan vurduğunda beyaz gömleğinin üzerinde gözlerinden bir parça taşıyormuş hissi veriyordu. Hareketleri hep olduğu gibi zarifti, tek bir tanıdık yüzü ya da kendisine verilen hiçbir selamı es geçmiyordu ancak bakışlarında kim olduğunu hatırlatan bir ifade vardı. Bendeki gibi kibir veya ağabeyimizdeki gibi açık bir meydan okuma yoktu gözlerinde, ne olduğunu söylemek zordu. Fıtratından gelen bir soğukluk vardı ama bahsettiğim bu da değildi. Daha farklı, insana kendisini hiçbir şeymiş gibi hissettiren bir bakış taşırdı Utku gözbebeklerinde. Ama gülüşü öyle değildi, nadiren kahkaha atardı ancak çok sık gülümserdi. İnsanlardan korunmak için bir zırh veya onları dışarıda bırakmak için bir maske, her ne amaçla olursa olsun Utku'nun gülümsemesi artık bana bile gerçekmiş gibi geliyordu. Ve kol düğmeleri... Benimle katıldığı her davette olduğu gibi ismimin baş harfini taşıyordu, beyaz altından yapılma iki V harfi. Bir zamanlar o kol düğmelerinin ve hatta diğer bütün kol düğmelerinin de pırlantadan olması gerektiğine dair onu sıkboğaz etmiştim ama tıpkı özel kesim takım elbiseler, adına düzenlenmiş partiler ve abartılı her şeyden hoşlanmadığı gibi pırlantalardan da hoşlanmazdı Utku.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ARAF
General FictionHer ikisi de çok uzun zamandır ölüydü. Bedenlerindeki kusursuzluğun aksine her ikisi de ruhlarının çürüdüğünü biliyordu. Ruhlarından yükselen bu kokuyu saklayabilmek için pahalı parfümleri; bedenleri için yüksek tavanlı mezarları ve kaliteli kumaşla...