Serin bir dağ rüzgarı esti. Yemenisinin kenarı hafifçe silkelenip, ağır bir uykudan uyanırcasına havalandı. Rüzgarın tenine temasıyla içi bir tuhaf oldu. Kederle iç çekti. Zannediyordu ki bu yara hep kanamaya mahkum, çakır gözleriyse ağlamaya...
Yaslandığı duvardan yavaşça doğruldu. Daha dünkü gelinin göz önünden kaybolması görülmüş şey değildi. Üstelik hata yapmak ya da göze batmak gibi bir şansı olmadığını da biliyordu. Eri, gönül verip tazecik yüreğini sunduğu yağız oğlan gözünün ucuyla bile bakmaya tahammülü yokmuş gibi davranıyordu. Bir yanı Halil'i mütemadiyen korumaya yeminli gibi savunma atağına geçti.
"Dolu gönül neylesin yeni bir sevdayı! Haklı oğlan... Bu ahmak yüreciğin Halil için yanıp tutuşurken başka bir adamın gözünün içine bakar mısın ey divane Gülsüm?"
Ayağa kalktı. Kısacık etrafına bir göz atıp, üstünü başını düzeltti. Pelte gibiydi vücudu. Yağmurdan kaçarken sanki doluya tutulmuştu. Kel Bilal'e avrat olmamıştı amma ki ah Halil... Adını anması bile yüreğini dağlıyordu. Çok mu çirkindi ki açep? Sabırsızdı yüreği işte! Dolu olan yüreğin ufacık boşluğu olsa, arsızca giresi vardı. Hem de destursuzca!
Evden çıkalı epey olmuştu. İki eliyle çabucak gözlerini kuruladı. Bir iki adım atıp yavaşça ardını döndü geriye doğru baktı. Ne umuyurdu? Kederle önünü dönüp evin ön tarafına doğru yürüdü. Evin önüne geldiğinde burnuna mis gibi tereyağı, salça karışımı koku geldi. Utançtan yanakları alev alev yandı. Hiç bir işe yetişememişti. İlk günden diken olup göze batmaktan korktu. Adımlarını sıklaştırdı. Hayata girdiğinde ocaklığın üzerinde ki çorba kazanı çoktan yere indirilmiş, kara saç üzerinde incecik açılmış fetiller gazel ateşinde ağır ağır pişiyordu.
Hatice başını şöyle bir çevirip kısacık Gülsüm'e baktı.
"Nerede galdın teze gelin gı?"
Hatice'nin sesini duyması ile büyükçe yutkundu. Çekiniyordu bu kadından Gülsüm. Mahcupça bakışlarını kaçırdı
başını öne eğdi kızcağız. Bir kez daha yutkundu."Şey..." Ne şekilde hitap etmesi gerektiğini kısacık düşündü. Aba, bacı... Aba diyemezdi kadın tazecik, bir söğüt fidanı gibi gencecikti. Bacı... düşündü, bundan iyi hitap şekli olmazdı. Sonuçta bacı küçüğe de denirdi büyüğe de. "Karanlıkta yolumu şaşırdım abla bacı."
Abla bacı... Bu ne garip bir hitaptı öyle? Hatice kendini zapyedmese kahkahayı koyvermesi işten bile değildi. Tıpkı çocuklar gibi değişik seslenmişti. Ne abla demişti kız ne de bacı... ikisinden hallice Abla bacı... Sahi çocuklar demişken, bu vakte kadar uyumalarına şaşırmadan edemedi Hatice. Taze gelinin hevesine ortalıkta neşeyle koşturup durup, sonunda erkenden de uykunun huzurlu kollarına yorgun düşmüşlerdi.
"Yaban galdın buralara ondan..." Hatice'nin sözleri yarım kaldı. Al yanağını saran gül kurusu yaşmak bile saklayamamıştı gözlerinde ki koyu kızıllığı. Bu kaybolduğu için olacak bir kızıllık mıydı acep? İhtimal bile veremedi Hatice. Gelinde vardı bir haller. Elbet çok sürmez öğrenirdi Hatice. Halil ona el değildi ki varsa bir dertleri açılacağı tek avrat elbette ki kendisinden başkası değildi. Dün geceyi düşündü. Kızı ayak yoluna bıraktıktan sonra çarşafı, döşeği kontrol etmişti. O geceye ait hiç bir emare yoktu. Bunun için pat diye kızı suçlayacak değildi Hatice. Akıllı kadındı vesselam. Duvarın köşesinde ki Musluğun iki kenarını örten perdeleri çekince kenara, anlamıştı dün gecenin öylesine bir gece olduğunu. Lifler kupkuru, bakır helkiler sularla dopdolu... Sıcak su güğümü bile soğumaya yüz tutmuştu. Kız el ayak vermedi dese sanki oğlan dünden razı mıydı bu işe? Halil'in ağabeyi Mustafa'nın zoruyla evlendiğini bilmez miydi Hatice? Yoktu işte kızda gönlü! Mustafa'sı hata mı etmişti acep? Bir kez daha baktı kıza. Hata mata yoktu! Kız gül yaprağı kadar güzel, çakır gözleriyle gözleri kesişince Mustafa'nın ne kadar yerinde bir karar verdiğine ikna oldu. Kocası, evinin direği isabetli bir kararla iki genci bir etmişti. Halil'in de ecicik aklı varsa zaten bu kızın güzelliğinde, naifliğinde kaybolması gerekirdi. Hem gördüğü kadarıyla da hanım hanımcık gariban bir kızdı.
İki eli önünde birleşik, Hatice'nin önünde bekliyordu Gülsüm. İncelendiğinin bilincinde yutkundu Gülsüm.
"Yapacağım bir iş neyim var mıdır abla bacı?"
Ocağın üzerindeki ki fetili çevirdi pişirgeçle Hatice. Kısacık çorba kazanından yana baktı.
"Iraftan bir tepsi alıver. Aha şo oda da iki hasta yatar. Kur sofralarını karınlarını doyur gelin."
Başını sallayıp, kısacık etrafına bakındı. Ocaklığın çaprazında ki alana gözü takıld. Küçükce duvar payı verilmiş, o küçücük duvar ise boydan boya raflarla kapalıydı. Mutfak olarak kullanılan, önü açık, üç duvardan oluşan alana yöneldi. Üç duvarı vardı bu alanın. Dördüncü duvarın kapısıyla beraber olması gereken yer açıklıktı. Dedesinin evi düştü hatırına. Üç göz odadan olma, ahırdan bozma bir köy eviydi. Orada oturma odası da mutfak da birdi. Burada olduğu gibi kaba kacağa ayıracak bir alan yoktu orada. Burası bambaşkaydı. Ahşap raflarda bakır sananlar özenle boy sırasına göre dizilmiş olduğu karşıdan bakarken bile belliydi. Çömlekler bir yanda, toprak çanaklar bir yanda, bakır sinirler bir yanda boy boy dizilmişti. Oyalanmaya gerek görmeden en önde duran küçük bakır siniyi alıp üzerine iki çanak koydu. Duvarda asılı olan örgü kaşıklıktan iki şimşir kaşık alıp koydu tepsinin içine. Taslara su doldurdu, Hatice'nin yanına doğru yürüdü.
"Çorbanın sıcaklığı eyi, böl çanaklara. İki de fetil koy, hah eyi... götür şimdi"
Yavaşca tepsiyi koyduğu yerden kaldırdı Gülsüm. Hatice'nin işaret ettiği odaya doğru usulca yürüdü. Ayağının ucuyla kapıyı ittirdi. Eşikten adımının birini atmıştı ki neredeyse elindeki tepsiyi düşünecekti. Bir iki kaşık kadar çorba döküldü tepsiye. Hasretinden yanıp kavrulduğu gardaşı ayan beyan karşısındaydı! Öylece kalakaldı. Ne öteki adımını içeri aldı nede diğerini geri çekti. Ela gözleri kardeşine kilitli bir şekilde baktı. Sadece bir kaç kez kırpıştırdı. İki dudağının arasından sessiz bir mırıltı gibi döküldü, "Gadir..."
Elinde yemek tepsisiyle ablasını görmek Kadir için sürpriz oldu. Ömür billah düşünse ablasını bu evde karşısında göreceği aklının ucundan bile geçmezdi. Çocuk da şaşkındı. Kısacık bakıştılar. Oğlan çabucak üzerini örten yorganın ucundan tutup kaldırdı. Döşekten hızla doğrulup kalktı. Bu hamlesi acılı bir ağrıyı beline hançer gibi saplamış olsa da yapacağından gerı durmadı oğlan. Acıdan yüzü kasılmış bir şekilde ablasına koştu.
Gülsüm, duraksamasından sıyrılıp elindeki tepsiyi bir kenara koydu. Hasretle sarıldı kardeşine. Kadir'i burada göreceği onun için sürpriz olmasa da şaşırmadan edemedi. Nihayetinde yaşadığı şeyler kolay değildi. Ateşler içinde bir çemberin içinde kalmıştı sanki. Ne yana adım atsa canı yanardı.
Çocuğun kollarını bedeninden ayırdı.
"Dur hele bir bahayım gardaşım sana." Çocuğu şöyle bir evirdi çevirdi, "Anam aslan gibim olmuşsun ya gardaşım sen!"
"Tabii olacak, Hatice gelin bir yandan, Mustafa ağası öte yandan, Halil ağasını heç demedim farzet, el bebek gül bebek baharlar oğlana."
Odada ki yabancı erkek sesiyle sanki bir rüyadan uyanır gibi silkindi. Kusur işlemiş gibi eli ayağına dolaştı. Nasıl farketmez, nasıl aklından çıkardı oda da başka hasta olduğu? Çarçabuk yaşmağını burnunun ucuna çekti, çekingen bir şekilde odanın diğer ucunda yatan hastaya baktı. İhtiyar bir adamcağızdı.
"Sen Halil'in avradısın değel mi?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Kara Sevda
General FictionHalil ve Gülsüm'ün masalı... "Ağam, seni avrat deyin alıp gelmiş emme bilesin ki benim gönlüm doludur!"