Yürek derdi meğer ne menen bir dertmiş! Bu neydi şimdi? İnsan yüreğini titreten yiğidi bilemez miydi? Ah bu nasıl işti böyle? Hortlak görmüş gibi korkuyla iki gence korkarak baktı! Gözleri seçim yapmaktan aciz gibiydi! O ilk gördüğü gün ak küheylana hükmeden cengaver kimdi? Halbuki o ilk gördüğü an yüreği o yiğide nasıl meyletmeye gönüllü olmuştu. Sanki günlerdir o yiğidi, yüreği beklemiş gibi kabına sığamaz olmuş, baharda kozasından çıkan acemi kelebeğin, neşeyle kanat çırpınışı gibiydi yüreğinin vaziyeti.
Boğazında bir yumru oldu yutkunamadı. Darmaduman bir şekilde ocaklığın önünde durdu. Yere otursa ayıp olur muydu misafirlere açep? Buna kafa yoracak halde değildi Gülsüm. Ah bacaklarının adeta feri kesilmişti! Kimseyi umursamamaya çalışarak bitmiş, tükenmiş bir şekilde ocaklığın önüne çöktü Gülsüm.
Dalgın dalgın ocaklığın közünü karıştırıp, közleri bir araya topladı. Közlerin üzerine iki avuç çipil attı. Çipiller nazlı nazlı tutuşurken uykudan uyanır gibi silkindi. Sahi bu ateşi ne yapacaktı? Yanan ateşle ne işi vardı ki? Sağına soluna bakındı zerre acelesiz... Gözleri erinin üzerinde takılı kaldı. Eri... Bugüne kadar o koşmuştu ama şimdi durulmuş, silkinmişti. İçinde, derinlerde bir yer acıdı durdu. Sebepsiz değildi bu acı! Aciz gönlünün halt yemesiydi! Gönül terazisinin iki kefesine bu iki yiğidi koydu da tartmaktan ar eyledi yüreği... Karman çorman bir hal almıştı vaziyet. Ne edecekti Gülsüm? Gönlü de üşümüş buz gibi olmuştu Halil'e karşı sankim! Halbuki günlerdir çatır çatır yanan o değilmiş gibi? Reva mıydı Halil'le diye gönlünü yoklayacak oldu. İlişmeyecekti gonlünün işine. Halil'den de az çekmemiş sayılmazdı. Üfürülmüş gibi evvelden el bile vermezdi, şimdilerde gördüm baydım olmuştu ya neyse!
'Gavurun dölü!' diyecek oldu beriki oğlana, onu da diyemedi garip Gülsüm, gariban Gülsüm... Kör kuyulara düşmüştü sanki...Başını hafifçe kaldırıp misafiri yokladı. Gönlü şöyle titrer gibi oldu. Suçlulukla başını hızla önüne eğdi. Kara talihi yine yüzüne gülmemişti!
Erkeklerin ayaklanmasıyla silkindi dipsiz düşüncelerinden. Şen şakrak gülüşmeler eşliğinde dışarı çıkan adamların ardından kısacık baktı. Bugün ne ummuştu ne bulmuştu? Bitkin bacaklarına yüklenip ayağa kalktı, yer sofrasına doğru usulca ilerledi.
Ne ara sofrayı kaldırdı, ne ara bulaşıkları çağda yıkadı hiç bilmedi Gülsüm. Aklı hala yüreğinin gümbürtüsündeydi. Ah kimseye de anlatamazdı ki... Aklı durmuş, düşünceleri uyuşmuştu. Bu durumda akıl alacağı kimsesi de yoktu. Bir başına olmanın çaresizliğini taşıyordu körpeyüreği. Ne büyük izdıraptı ki gönlünü hangi gence sere serpe serpmişti bilmiyordu. Aklı böyle keşmekeş bir haldeyken ondan beklenen kadınlık görevi ne olacaktı?
Artık Halil'den emindi Gülsüm. Azgın akan dereler gibi olan gönlü durulmuş, bir kuytu yer arardı ama ne çare ki Gülsüm'ün gönlü, aradığı kuytu değildi! Ah nereden çıkıp gelmişti bu misafir oğlan? Ondan öncesi her şey gönlünün istekleri doğrultusunda ilerliyordu ama şimdi gönlünün ne istediğinden bile emin değildi!
Halil eriydi... Gel dese gitmem demez, sev dese sevmem diyemezdi. Hem ne haddineydi! Aylarca bu günün gelmesinin hayaliyle sızlayan gönlü şimdi şımarık veletler gibi mızmızlanıp dururdu.
Canı çekilmiş gibiydi. Ocaklığın önüne düşer gibi çöktü. Usulca kendini toparlayıp, bacaklarını karnına çekti. Korkuyordu! Keşke kendini toparlaması için zamanı olsaydı. Ya da yine Halil'in görmezden geldiği o günlerden biri olsaydı. Ne yazık ki oğlan onu ayan beyan görmüştü! Oğlanın gözlerinde ki koyu arzuyu unutabilir miydi Gülsüm? Kadınlık hisleri bilirdi ki Halil bugün er olduğunu o utanmaz tenine hissettirecekti, bundan kaçışı yoktu!
Sus pus olmuş yüreğine sorsa, sever miydi Halil'i?
Hiç şüphesiz! Halil'i ilk gördüğü günü anımsadı. Ak atın üstünde yiğitçe duruşu, buruk gülümsemesi... Aklını karıştıran ak at, geberesice hayvan! Tüm banların müsebbibi ağzı dili olmayan Allahın sesiz kulu olamazdı ya! Yufka yüreciği aklamıştı gariban hayvanı hemencecik. 'Ahlı eksik Gürsün, nasıl bilmezsin gönlünü verdiğin yiğidi?' Kendini paylaması bini bin paraydı.
Kader deyip boyun eğmesi mi gerekliydi yoksa arsız gönlüyle kanlı bıçaklı mı olmalıydı bilemezdi ki Gülsüm? Bir keşmekeşe düşmüştü tutunacak dal arıyordu. Hangi dalı tutsa elinde kalıyor, çaresizce düştükçe düşüyordu olunmaz derdine..."Nikahlı avratsın eksik etek Gürsün! Ahlından geçirdin o edepsiz düşünceleri biri duysa tefe gor seni utanmaz arlanmaz, seni irezil garı..." İçinden saydırdığı cümleler yarım kaldı, gözleri tüm heyetiyle kapıdan içeri giren Halil' de takıldı kaldı. Dili damağı kurudu. Kuru kuru yutkundu durdu. Yüreğinin atışları hızlandı her adım atışında Halil'in... İstemsizce gözlerini kaçırdı. Suçluydu ya utanıyordu güya...
Oğlan bastığı yeri titreterek yaklaştı yamacına. Bir de şirin şirin gülümsemiyor muydu? Geldi yanına hemen sol kalçasının milim dibine oturdu. Baktı güldü. Günaha davetti bu gülüş amma ne anlayacak ne de görecek haldeydi Gülsüm.
Gülüşleri yüzünde dondu avradında vardı bir haller. Yorgunluğa yordu oğlan. Sabahtan beri çekirge gibi bir o yana bir bu yana yorulmuştu besbelli.
Kısacık etrafına bakındı Halil. Etraf derli topluydu.
"Aş yedin mi?"
Kız başını iki yana salladı. Yetmişti bu işaret oğlana. Hızla oturduğu yerden doğruldu. Kim demişti er kısmı hizmet etmez diye? Bal gibi de ederdi!
Küçücük bakır tepsiye neler doldurmuş gelmişti Halil. Yine ona has gülümsemesiyle kızın tam karşısına geçti."Toplan hele," dedi ya Gülsüm şaşkınca bacaklarını çekti, bağdaş yaptı.
Ne ederdi bu oğlan? Ömründe görmediği işti? Erkek kısmı avrada hizmet mi ederdi? Bilmezdi ki Gülsüm, Hele seven bir erkekse...
Sağına soluna bakındı oğlan. Boynunu büktü, bu kez de kıza baktı.
"İş bilmez herifin hali neylersin bre avrat! Şimcik de sofra bezini almamışım..."Tepsiyi ikisinin arasına koydu. Sofra bezini dert ettiği söylenemezdi. Uzanıp şimşir kaşığı aldı, daldırdı pilav sahanına. Usulca kızın dudaklarına doğru uzattı. Kız tüm şaşkınlığıyla oğlana bakıyordu hala. Oğlan 'Hadi,' dercesine kaş göz işareti yaptı. Pek bir sevimliydi zalımın oğlu! Usulca dudaklarını araladı Gülsüm. Hoşuna gitmesine gitmişti Halil'in yaptığı amma arsız gönlünden geçenler için utanç içindeydi. 'Halil, eyi oğlan,' diye geçirdi içinden.
Bir kaşık pilav ağzında büyüdükçe büyüdü, avurtlarını şişirdi sanki. Oğlan yutmadığını anlamış gibi ayran tasına uzandı, elleriyle içirdi. Halil çocuk besler gibi elleriyle yedirip içirdikçe, Gülsüm'ün yer yarılıp içine düşesi vardı. Mahcubiyetle ezim ezim eziliyordu kızcağız.
Oğlan sağ elini kaldırınca, istemsizce sakındı Gülsüm. Gönlünden geçen arsız düşünceleri sezdiğini düşünüp korkuyordu ama korktuğu olmadı. Oğlan baş parmağıyla dudaklarına dokundu. Bu temas tüm avuzlarını derin bir uykudan uyandırmıştı sanki. Yine bir yerlerde alev alev yandığını hissetti Gülsüm. Bu oğlan ateşti, kordu...
"Dudakların," dedi yutkunup Halil. Kız şaşkınca başını kaldırdı göz göze geldiler. Hareleri titredi...
"Ayran bulaşmış, silem deyiydim," dedi Halil.
Yüzünün ne renge girdiğini az çok tahmin ediyordu Gülsüm. Başını önüne eğdi. Oğlansa bu hareketini naza yordu. Bilmez miydi bu kız, gözleri gel gel eylerdi, tavırları destur...
Halil'in durmaya mecali yoktu! Günlerce kendini yüreklendirmişti. Her ne olacaksa mutlaka bugün olmalıydı. Dilinin mührünü kırıp, anlatmalıydı yaralı yüreğinin merheminin Kömeç Çiça olduğunu... Dağda bayırda ona yaktığı türküleri olduğunu bilmeliydi nazlı gelini...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Kara Sevda
General FictionHalil ve Gülsüm'ün masalı... "Ağam, seni avrat deyin alıp gelmiş emme bilesin ki benim gönlüm doludur!"