mingi ile tanışmak
yeosang'ın bakış açısı,
"Efendim! Bavulunuzu kontrolden geçirin lütfen!"
"Anne! Buradan otobüse mi bineceğiz? Çok sıkıldım."
"Seul uçağı ne zaman kalkacak acaba? Toplantıma yetişmem gerek bu yüzden belki de başka bir..."
Uçaktan indiğimde güneş parlıyordu. Demir koltuklardan, parlayan fayanslardan ve camlardan yansıyan ışınların tenimi yaktığını hissedebiliyordum. Durmak bilmeden yükselen, birbirine karışan insan sesleri arasında boğulmak üzereydim.
Havaalanının yüksek camlarının altına yerleştirilmiş, cayır cayır yanan metal koltuklardan birine oturdum. İşte, gelmiştim. Bir kez olsun düşünmeden, fevri ve öylesine davranmıştım. Hava parlaktı, herkes kendi hayatının telaşında ilerliyordu. Benim sorumsuzluğum kimsenin umurunda değildi. Kimseyi mutsuz etmemiştim, kendimi de. Kafamda kurduğum o senaryolar gerçek olmamıştı. Özgürdüm.
Telefonumu uçak modundan çıkardım ve lastik tokamı çekiştirerek omzuma değen sarılı siyahlı saçlarımı serbest bıraktım. Telefonu açar açmaz gelen bildirim sesleriyle yüzümü buruşturdum. Hong mesaj atmazdı. Seonghwa onun telefonundan da şansını deniyor olmalıydı. İkisini de engelledikten sonra bir taksi bulmak için havaalanının girişine yöneldim.
Küçük sarı taksi kulübesinde oturan adam büyük ihtimalle müşterilerden pek hoşlanmıyordu. Bu yüzden yapabileceğim en kibar ses tonumla taksinin olup olmadığını sorduğumda olumlu bir cevap almayı beklemiyordum. Beklediğim gibi de oldu. Derin bir nefes verip kulübenin önündeki küçük taburelerden birine, kumral saçlı, uzun boylu bir çocuğun yanına oturdum. Göz göze geldiğimizde gülümsedik. Tanışmasak da selamlaşmak bir görgü kuralıydı.
Gelecek olan taksiyi beklerken bavuluma takılmış koltuk numarasıyla oynamaya başladım. Hiçbir hazırlığım yoktu. Son anda aldığım pahalı koltuk beni bir anda buraya getirmişti. Kırmızı renkle süslenmiş bir uçak resmi olan küçük kağıdı güzel bir anı olarak saklamak için yırttım.
Altı numara.
Yola çıkmasına izin verildiğine şaştığım bir taksi önümüzde durduğunda yanımdaki çocuk eşyalarını beceriksizce çekiştirerek yerinden kalktı. Küçük bavulu ve eski spor çantasını taksinin bagajına yerleştirdikten sonra gülümsedi. Ben ise bir dahaki taksinin ne zaman geleceğini hesaplıyordum.
"Siz nereye gidiyorsunuz? Yol üstündeyse bırakalım. Parayı da bölüşmüş oluruz."
Çok az bir parayla apar topar gelmiştim. Bu fikir mantıklıydı. Gülümseyerek kabul ettim.
"Aynı yere gidecek olmamız ne büyük tesadüf!"
Bu çocuk yakışıklıydı, uzun boyluydu, samimiydi, hoş giyiniyordu ve her konuştuğunda içimi hoplatan, derin bir sesi vardı. Taksiyle beraber gitmeyi teklif ettiğindeki o havalı ve biraz üstten bakan tavrı da etkileyici bulmadığımı söylersem yalan olurdu. Ama bu havalı tavır yola çıktığımızdan yaklaşık yirmi dakika sonra kendini şirin, konuşkan ve biraz da gürültücü bir yöne bırakmıştı.
Bilirsiniz, tsundere bir karakter ya da iyi yapılmış bir hamur işi gibi. Dışı sert içi yumuşak.
"Yaa, öyle."
"Bu arada ben Mingi. Song Mingi. Senin adın ne?"
Tam adımı söyleyecekken taksiye yayılan bildirim sesiyle rahatladım. Eğer biraz mesajlaşırsa ben de kafamı dinleyebilirdim. Ama o, gelen mesajlara görüldü atıp arkadaşlarını bana tanıtmayı seçti. Ekranda birbirinin omuzlarına atılmış kollarıyla üç erkek duruyordu.