aile
yeosang'ın bakış açısı,
Duyduğuma göre Japonlar her evin bir ruhu olduğuna inanırmış. Ev sahibi bu ruhlarla iyi geçinirse evin bereketinin artacağı, tam aksi olursa eve felaket geleceği söylenirmiş.
Bir sınav salonundan daha sessiz olan eve girdiğimde tam da bunu düşünüyordum. Henüz başımıza bir felaket gelmediğine göre evimizin ruhu benim minik, sessiz ve sürprizsiz ailemi seven sakin bir ruh olmalıydı. Aksi halde bu tekdüzelik çekilecek gibi değildi.
Anahtarımı ses çıkarmadan girişteki askıya astığımda etrafa göz gezdirdim. Henüz annem de babam da uyanmamıştı. Bu iyiydi, Mingi'nin banyosunda duş aldığım için ıslak olan saçlarımı kurutup birkaç saat daha uyuyabilirdim.
Gözüm anahtarlığın yanındaki magnetlere kaydığında kaşlarım şaşkınlıkla kalktı. Yaklaşık altı yedi tane tavuk dükkanının numarası düzgünce dizilmiş halde karşımda duruyordu. Şaşırmıştım çünkü annemle babam dışarıdan yemekten hoşlanmazdı. Hatta bu konuda Mingi ile anlaşacaklarını düşünüyordum çünkü Mingi de dışarıdaki yemeklere karşı oldukça hassastı.
"Günaydın."
Gözümü magnetlerden sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde mutfağın kapısında duran babamı gördüm. Bugün şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordum çünkü babam ve erken uyanmak kavramları yan yana bile gelecek şeyler değildi. Doğduğumdan beri annem en erken kalkar, evdeki herkesin uyku düzenini, yatış kalkış saatlerini belirlerdi.
Annemin belirlediği tek şey bu değildi. Onun için evin bütün yönetimini elinde tutan güçlü bir lider diyebilirdim. Üniversitem de dahil olmak üzere her şeye karar veren kişiydi. Bazen biraz baskıcı ve sert biri olduğunu düşünsem de üç sessiz ve kararsız insan arasında yaşaması onu otomatik olarak bu konuma itmişti.
Annemin yanı sıra babam oldukça sessiz bir adamdı. İşe gider, gelir, bir yabancı mesafesinde birkaç soru sorar ve ardından da uyurdu. Bana hiçbir zaman karışmazdı. Yine de memnuniyetsiz bakışlar ve iğneleyici birkaç laf ile tepki verirdi. Onu tanıyordum. Ama onun beni tanıdığı konusunda şüphelerim vardı.
Ve şimdi gülümseyerek mutfak kapısında duruyordu.
"Günaydın baba."
"Kahvaltı yaptın mı?"
Bir de kahvaltı mı hazırlamıştı? Emeklilik insanı gerçekten değiştiriyor olmalıydı.
"Hayır, daha yemedim."
"Gel de ye o zaman."
Elimdeki çantayı kapı girişine bırakıp mutfağa girdiğimde hızlıca ellerimi yıkadım. Pirinç pişiriciyi açıp benim için pirinç koyan babama baktığımda hala gözlerime inanamıyordum. Babam ev işi yapmayan biri değildi. Ama bunu kendi yapan tiplerden de değildi. Bir şeyi yapmasını söylerdiniz ve ancak o zaman yapardı. Şimdi ise bizzat kendi isteği ile kalkıp kahvaltı hazırlamaya çalışmıştı.
"Annem uyuyor mu?"
"Uyuyor. Biraz daha dinlensin hem ben..."
"Bunlar kimin için?"
Pirinç pişiricinin ağzına kadar dolu olduğunu görmemle gözlerim açılmıştı. Bu kadar pirinci ne yapacaktık?
"Üç kişiyiz diye üç kase koydum ama şişeceklerini hesap etmemişim. Yeriz zaten."
"Tabi... yeriz."
Birer kase pirinçle mutfaktaki küçük masaya geçtiğimizde sıkıntılı bir sessizlik etrafta dolaşıyordu. Yeni sevgili haberimi ilk babama söylemek gibi planlarım yoktu. Daha önceden dediğim gibi, babamla önemli konuları konuşacak kadar yakın sayılmazdık.