bir ilişki nasıl biter(geçmiş zaman, seonghwa & yeosang)
Sevmek bir ayrıcalık tanıma eylemidir. En sevmediğiniz renkteki tişörtü sevdiğiniz biri giyerse ona yakışacaktır. En saçma espri ise sevilen kişinin dilinde en komik haliyle duyulur. Çünkü o "o kişi"dir. Hakkında düşünüp gülümsediğiniz, kalbinizi minik bir pervaneye çeviren o kişi...
Pervane dönmeyi bıraktığında o tişörtü aslında sevmediğinizi ve esprilerin komik olmadığını fark edersiniz.
Benim kalbimdeki pervane dönmeyi bırakmıştı. Hatta, dürüst olmak gerekirse, pervane bile kalmamıştı.
Tanıştığımızda o lisenin son senesindeydi, ben ise onun bir dönem altıydım. Üst dönemler son sınıfa geldiklerinde kendilerinden alt dönem birileri ile çıkarlardı. Böylece hem sınav stresleri azalırdı hem de alt dönem olan "üst dönem" biriyle çıkıyor olmanın havasını atardı.
Evet, lise aklınıza gelen en saçma şeyin bile havalı olabileceği bir yerdi.
Mutluydum. İlk zamanlar Wooyoung bana başka birini bulabileceğini söyleyerek burun kıvırmış olsa da daha sonra alışmıştı. Seonghwa'nın arkadaş çevresiyle yakındım, San ile tanışmıştım. Seonghwa ile aramızdaki ilişki sabun köpükleri gibi hafif ve parlaktı. Hiçbir şey düşünmemize gerek yoktu. Seonghwa'ya sorularımı götürürdüm, genelde çözemezdi ve dersleri çok da umursuyor gibi görünmüyordu. Bu yüzden buluşmaların sonu çözülememiş sorular ve birkaç öpücükle biterdi.
Son sınıfa geçtiğim yaz ise ilişkimizin dönüm noktasıydı. Seonghwa'nın o kibar yüzünün arkasında sakladığı acıları, hikayeleri görmeye başlamıştım. Ayaklarımızdaki kumları kuruturken sarılıp ağladığımız günler şimdi asırlar öncesi gibiydi.
Seonghwa'yı tanıdıkça sabun köpükleri daha katı ve kalıcı bir hale geldi. İstekler ihtiyaca dönüşmeye başladı. Bir dizi karakteri ile kendimi özdeşleştirir gibiydim. Sakinliğini kendime benzetiyordum. Üstelik ben de akademik ve sosyal baskılar altında ,tıpkı Seonghwa gibi, acı çekiyordum.
Birbirimizin yaralarını sarabiliriz, diye düşündüm.
Sağlıksızdı, ilişkime baktığımda yanlış giden bir şeyler olduğunu hissetmek çok kolaydı. O ailesini, en çok da Hong Joong'u anlatırken ben de kendi sıkıntılarımı anlatıyordum. Gün geçti, yıl geçti ve benim sıkıntılarım yavaş yavaş sonuca ulaştı. Seonghwa ise aynı, hatta artmış acılarıyla duruyordu. Kurtulmak istiyor gibi değildi, sanki onu bu acılar koruyordu. Belki de bu yüzden insanlara ve gözyaşlarına körü körüne bağlıydı.
Ondan kopmam daha çok ve daha çok zorlaştı.
Özel günlerde Hong Joong'un yanındaydı. Samimi mesajlaşmalarını ise defalarca kez yakaladım. Onun yanında daha mutluydu, ben de onun mutlu olmasını istiyordum. Öyleyse Hong Joong ile durabilir, onunla mesajlaşabilirdi. Yine de Hong Joong ile buluşmalarından ağlayarak döndüğünde ne yapacağımı bilemezdim. Mutlu olsun istemiştim, olmuyordu. Doğru mu yapıyordum?
Seonghwa için aileme rest çektim, kabul etmediklerinde ise evden kaçtım. Tüm itirazlarına rağmen Seonghwa ile aynı evde yaşamaya başladım. Bunların hiçbirini yaparken tamamen doğru hissedemedim. Yine de özgür olmaya, özgür hissetmeye ihtiyacım vardı. Seonghwa'nın da bana ihtiyacı vardı, diye düşündüm.
Biraz daha zaman geçtiğinde sevgimin de bittiğini fark ettim. Seonghwa yine yakışıklıydı, yine havalıydı ama artık ona bakarken çevresindeki pembe çerçeveyi görmüyordum. Dokunuşları ise kafamda sadece bir boşluk oluşturuyordu.
İlişkimiz uçuruma yuvarlanıyordu ama biz onu hala yüksek bir tepeye iliştirilmiş parlak bir heykel olarak görüyorduk. Belki de bu, geçmiş yılları heba etmemek için geleceği kurban etmekti.
Salonumuzda oturuyordum. Seonghwa yine her şeyi güzelce düzenlemiş, yemeği buzdolabına koymuştu. Sabah soğuğunu almamak için giydiğim sabahlığı sıcakladığım için dirseklerime kadar indirmiştim. Telefonum bir bildirimle öttü.
Sabahın bu saatinde mesaj atılmasını garipseyerek telefonumun ekranına baktığımda Hong Joong'dan gelmiş upuzun bir mesaj ve pek çok fotoğrafla karşılaştım. Sevdiğini yazıyordu, özür dilediğini yazıyordu, kötü biri olduğunu yazıyordu.
Hong Joong'un yolladığı ekran görüntülerini gördüğümde Seonghwa ile geçirdiğim yıllar, ağladığımız sahildeki kumlar gibi parçalandı.
"Beni anlayan tek kişi sensin."
"Yanımda sadece sen varsın."
"Yapayalnızım."
Oldukça samimi ve düpedüz aldatma olan mesajların çoğunu az çok tahmin edebiliyordum. Yine de beni en çok yıkan bunlar olmuştu. Yıllar boyunca Seonghwa'nın bana ihtiyacı olduğuna ve ona iyi geldiğime kendimi öyle inandırmıştım ki gördüklerimle dünyam başıma yıkıldı sandım.
Kumsaldaki gün, sarılmalarımız, paylaştığımız her şey... Hiçbirinde benim olup olmamam önemli değildi. Bunların hepsinde Seonghwa aslında yapayalnızdı. Yıllardır boşu boşuna vardım.
Yaklaşık yarım saat sonra eve geldiğinde saçları ıslaktı ve üzerinde onun olmadığını bildiğim bir tişört vardı. Yerimden kalkıp yanına gittiğimi hatırlıyorum. Ben hiçbir şey demeden gözlerinin dolduğunu hatırlıyorum. Bir şeyler açıklıyordu, susturmuştum. Ayrılık konuşmam basitti. Yine de basit olması dışında hatırladığım hiçbir şey yoktu.
Eşyalarını topladı, evden gitti.
Sonsuza kadar süreceğini sandığım o bağ koptu, bitti.
Wooyoung'un ellerinde poşetlerle eve geldiğini hatırlıyorum. Seonghwa San'a, San da Wooyoung'a her şeyi anlatmış olmalıydı. Gün doğana kadar beni teselli etti. Bana en çok "benim" bana ihtiyacım olduğunu hatırlattı.
Ertesi gün ise ilk uçakla ailemin yanına döndüm. Neler yaşayacağımı tahmin bile edemeyerek...
altıncıbölümsonu.