o zaman beni kendinle boya
yeosang'ın bakış açısı,
"Sadece doğru görüp görmediğimi anlamak için soruyorum. Şuradaki adamlar bara pijamayla mı gelmiş?"
Üstüme giydiğim siyah deri ceketi düzeltip önce bir moda ikonu gibi giyinmiş olan Mingi'ye, sonra da yerdeki kısa tahta taburelere baktım. Bara gitmeye karar verdikten sonra odanın iki farklı köşesinde sırt sırta dönerek kıyafetlerimizi değiştirmiştik. Yüksek, belime oturan siyah bir pantolonun üstüne siyah bir tişört ve yine siyah bir deri ceket geçirmiştim. Kombinin "giyecek hiçbir şey bulamadığım için tamamen siyah giydim." diye bağırmasının yanında, deri ceketin beni sıcaktan patlayacak hale getirmesi ayrı bir fiyaskoydu.
Yolculukta yağlanan, kirlenen ve darmadağın olan sarı saçlarımı saymıyordum bile.
Mingi turuncu gözlüğünü havalı bir hareketle beyaz tişörtünün yakasına asıp ellerini keten beyaz pantolonun ceplerine koydu. Yüzünü buruşturarak içeriyi incelediğinde ona hak verdim. Üstlerinde yer yer yanmış kırmızı örtüler olan masalarda kartlar dönüyordu. Burası şüphesiz bir kahvehaneydi.
"Sanırım burası sadece içki içilen bir kahve ve acıklı müzik çalan. Her neyse, o kadar geldik oturalım en azından."
Gıcırdayan taburelerden birine dikkatlice oturduktan kısa bir süre sonra garson geldi. Cidden, burası bir bar olmaktan çok uzaktı.
"Ne vereyim size?"
Garsonun bıkkın tavrına yüzümü buruşturdum. Burada kimse mutlu değil miydi? Tam cevap verecekken Mingi öne atılıp konuştu.
"Burası hep böyle midir yoksa bugün mü böyle?"
"Hep böyledir. Gece ilerlediğinde bazen içip içip sarhoş olanlar oraya buraya ateş eder. Siz de bence iki bardak içip kalkın."
Garsonun saygısız tavrına yüzümü buruşturdum. İki bardak bile içesim yoktu. Hatta hemen buradan kalkıp gidecektim. Oldukça alt seviye bir yerdi. Bu tarz yerlerde asla vakit geçirmezdim.
;
"Yah! Yine kaybettim ama!"
Elimdeki iskambil kartlarını sitemle masaya atarken etrafımdaki amcalar gülmeye başladı. Mingi az önce kart çaldığı için oyundan atılmıştı ve ben tek başımayken Titanik gibi batıyordum. Neyse ki paralı oynamıyorduk. Tanımadığım bir el kaçıncı olduğunu bilmediğim bardağımı doldururken gözüm kararır gibi oldu. İçmek, içmek ve daha çok içmek istiyordum. Daha çok gülmek, daha çok saçmalamak ve daha çok düşünmemek... Buna ihtiyacım vardı.
Deri ceketimi çıkararak havada döndürdüğümde gelen tebrik sesleriyle gülümsedim. Utanarak yüzümü kapattığımda kahkahalar etrafımı dolduruyordu. Gözlerimi yavaşça açıp karşımda oturan Mingi'ye baktığımda ise yutkundum.
Bir elinde gözlüğü bir elinde telefonuyla bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Bakışlarımı fark ettiğinde gözlüğü yakasına takarak telefonu cebine koydu ve gülümsedi. Hoş bacakları vardı. Ani bir kararla sandalyemden kalkıp Mingi'nin önüne kadar gittim. Gülümseyerek bana baktığında ellerimi omuzlarına koyarak kıkırdadım. Küçük gözleri gülünce daha da küçülmüştü. Tatlıydı. Ama bu tatlı, içimde yanma hissine neden oluyordu.
Kucağına yerleştiğimde küçük gözler şaşkınlıkla açıldı. Güzel bir vücudu vardı. Bunun neden beni ilgilendirdiğini ise anlayamayacak kadar bilincim kapalıydı.
"Yeosang oturacaksan en azından biraz dizlerime doğru oturabilir misin?"
Bedenimi ona daha çok ittikten sonra gülümseyip göz kırptım. Titrediğini hissedebiliyordum.