Draco Malfoy, Andre'yi seviyordu, Andre olmayı da.
Andre, sarışın adamın olmasına izin verilmeyen her şeydi. Özgürdü bir kere. Mutluydu. Küçük köpeği ve küçük eviyle mütevazı ama oldukça huzurlu bir hayat sürüyordu. Çocukları olarak gördüğü öğrencileri vardı. Çocukları ona şefkati öğretmişti, merhameti öğretmişti, sevmeyi öğretmişti.
Draco Malfoy bu duyguları tanımıyordu, hiçbiri olmadan büyütülmüştü çünkü. Çocukluğu bütün iyi duyguların zayıflık olarak görüldüğü bir ortamda geçmişti. Babasının kendisini aslında ne kadar sevdiğini, onun öldüğü güne kadar bilmiyordu mesela. Lucius Malfoy kendi hayatını eşi ve oğlu için feda edene kadar, biricik oğluna duyduğu sevgiyi bir kutuya hapsetmiş, içinin en derinlerine gömmüştü. Bir süre sonra o kutuyu kaybetmiş bulmak için de çaba göstermemişti. Son nefesine kadar.
Draco, babasını bulduğu anda kaybetmişti.
Bu büyük kayıptan sonra bile annesi ile huzurlu bir hayat geçirebileceğini sanmıştı aslında. Sonuçta Voldemort artık yoktu, Malfoy ailesi savaş anına kalmamışlardı, üstelik annesi Harry Potter'ın hayatını kurtarmıştı. Belki onlara verilecek ceza insaflı olurdu. Cezaları bitince her şeyden uzakta istedikleri gibi bir hayat kurabilirlerdi.
Beklediği gibi olmamıştı tabii. Annesi olanları kaldıramamış ve kendini kaybetmişti, sadece birkaç ay sonra Draco da onu.
Hiçbir şeyin düşündüğü kadar kolay olmadığını annesini tek başına toprağa verirken anlamıştı. Kimse nedenini ve nasılını düşünmeyecekti, bileğinde o kara leke vardı. O da bir ölüm yiyendi, babası gibi.
Annesi ve babası giderek bu utançtan kurtulmuşlardı. Draco ne yapacaktı?
O gece evine döndüğünde duyabilmek için içmesi gereken iksirlerini dökmüş, asasını da kırıp atmıştı.
İnsanlar yeniden duymayı hak etmediğini söylemişlerdi, bir büyücü olmayı da öyle. Draco onlara inanmayı seçmişti.
Birkaç hafta sonra, nihayet taşınmak için aldığı izin belgesiyle malikaneyi terk etmişti. Ufak bir el valizi ve sımsıkı tuttuğu kolyesiyle, evin girişindeki uzun yolu son kez yürümüş; yılın ilk karı kabanını ıslatırken arkasına bile bakmadan evini terk etmişti. Paris'te kendisini ne beklediği hakkında bir fikri yoktu ama ne olursa olsun asla geri dönmeyecekti, elindeki tek gerçeği buydu.
Ve sonra Harry Potter gelmişti. Draco'nun tabularını bir bir yıkmış, ufacık hayatına sıkışarak kendine yer edinmiş, bir de yetmezmiş gibi kalbine girmişti!
Draco gözlerini dakikalardır izlediği duvardan ayırıp koridorun diğer ucuna çevirdi. İşte oradaydı. Meşhur, Harry Potter. Bir yandan yanındaki Hermione'yi dinliyor bir yandan kaçamak bakışlarla sevgilisine bakıyordu. Draco onun kendisinden daha endişeli olduğunu görebiliyordu.
Önemli değil demek istedi ama önemliydi. Her şey iyi olacak demek istedi ama bundan emin değildi.
Gözlerini zoraki ondan alıp önündeki büyük kapıya çevirdi. Sekiz sene önce de burada yargılanmıştı. Sekiz sene önce boynundaki kelepçe burada takılmıştı. Eli istemsizce boynundaki zincire tutundu. İncecik olmasına rağmen Draco'ya boğuluyormuş gibi hissettirirdi. Aslında tüy kadar hafifti ama bazı geceler öyle ağırlaşırdı ki... sarışını yerin dibine çekmek istercesine. Şimdi ondan kurtulacak mıydı yani?
Yanında oturan seherbaz ayağa kalktı, kendisine hiç bakmadan tercümanına bir şeyler anlattı. Adının Jennefer olduğunu öğrendiği, haddinden fazla sevimli kız, gülümseyerek adamı dinledi, sonra daha samimi bir gülümsemeyle kendisine döndü. "Şimdi seni içeri alacaklarmış, yargıç ve jüriler hazır. Tanıklar dinlenecek ve nihai kararı verecekler." Bir yandan konuşup bir yandan işaret dili ile olacakları anlattı kız ve ekledi. "Hazır mısın?"