Kızgın olduğum birçok şey vardı, içlerinden birini seçip en çok buna kızdım bile diyemiyordum. Tüm kızgınlıklarım birer iğneyi temsil etseydi hepsinin aynı derecede derine indiğini söylerdim. Halka ilişkilerin lavabosunda ellerimi sadece o anlık acısı dinsin diye suyun altına sokmuşken belki de dünyanın en umutsuz insanı bendim. Bir yandan o an aklıma geldikçe utanıyor bir yandan da sinirlenip duruyordum. Çektiğim acı ağır ağır dinerken yerini tarifi imkansız bir öfke alıyordu.
Hiyerarşik düzen yıllar önce son bulmuştu, tüm insanların eşit olduğu bir dünyada yaşıyorduk. Herkes bunu söylüyordu, tüm insanlar eşitti. Bense şöyle düşünüyordum, siktirin gidin ordan. Bunu söyleyen insanlar henüz bizim şirkete adım atmamışlardı. Geldiğim günden bu yana insanları ciddiye almıyor, onlarla saygı ifadeleri olmadan konuşuyor, sırf sinirlendiğim için en sevdiğim kupalarını kırıp oturdukları sandalyelere tükürüyordum. Bundan rahatsız değildim, fark edecekler diye korkmuyordum. Bu benim rahatlığımdan kaynaklanan bir durumdu, öte yandan biliyordum ki hepsi bunu hak ediyorlardı. Gün geldiğinde ben şirkette yanarak ölsem onlar bana değil de etrafa verdiğim zarara üzüleceklerdi. Evet hiyerarşi yoktu fakat hala üstteki alttakini eziyor, aşağılıyor, tüm bunların ötesinde sikine dahi takmıyordu. Ve yine geldiğim günden bu yana insanlar benim yaptığımı yapıp beni ciddiye almıyorlardı. Kim olduğumu dahi bilmeyen insanlarla bir binanın içine hapsedilmiş ve yaşamaya çalışıyordum.
Ama yine de şöyle düşündüm, bu umrumda olmayabilirdi. Evet ben onları takmıyordum, onlar da beni takmıyorlardı. O zaman herhangi bir sorunun varlığından söz edemezdik fakat Jongin'e ne oluyordu? Hadi Jongin'i geçtim, orada bir de Lay vardı ona ne oluyordu? Hayır her şeyi geçtim, bir numara yapacaktı bari adam gibi yapsaydı. Daha iki gün önce Jongin sırf bana inat olsun diye kalkmış ilk defa Lay'le karşılaşmışım gibi bizi tanıştırmamış mıydı, bir de salaklık yapıp neden ismimi soruyordu bu çocuk?
Öfkeliydim. Herkese ve her şeye kızgındım. Her ne kadar defalarca sakin olmam gerektiğini tekrar edip durmasam da sakin olamıyordum. Ruh halim saniyede onlarca defa değişerek kendi rekorunu kırıyordu. Bir çığlık çığlığa bağırıp şirketteki herkesin gelmişine geçmişine sövmek istiyor, bir Jongin takım elbisesini benden daha çok önemsiyor diye efkarlanıyordum. Kendimi değersiz hissettiğim binlerce an olmuştu fakat belki de ilk defa bu duyguyu en zirvede yaşıyordum. Üstelik ellerimin acısı sakin olma planlarımın içine sıçıyor hatta sıçmakla kalmayıp bir de sıvıyordu.
Tek dileğim eve dönmekti ve bunu nasıl yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu, depertmana gidersem Sung beni doğrudan öldürecek, eve gidersem Sung ertesi gün beni yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara öldürecekti. Her açıdan da sonumun geldiğini hissediyordum.
DakHo lavaboya girdiğinde ben hala bir çözüm yolu aramaya çalışıyordum. İçeri girip kapıyı kapatarak hızla yanıma geldi, kolunda asılı duran çantamı görünce şaşkınlıkla ona baktım.
"İyi misin?" diye sordu bir yandan ellerime bakarken. Tek yapabildiğim kafamı sallamaktı. Her ne olduysa DakHo bugünlerde bir iyilik meleğine dönmüşmüş olmalıydı.
"Çantanı getirdim, eve git." DakHo çantamı koluma takarken ciddi anlamda garip hissediyordum. "Ben Sung ile konuşurum, takma kafana."
Konuşamayacağımı düşündüğüm için sadece kafamı salladım, sevmediğini bile bile her seferinde kahvesine fazladan bir krema kattığım için ondan özür dilemeliydim belki de.
DakHo sinirlerimin yatışmasını sağlamakta ilginç bir şekilde başarılıydı, ellerim için üzgün olduğunu söyleyip duruyordu. Ellerimi kullanamayacak halde olduğumdan Tao'yu aradı ve şirkete gelmesini söyledi. Böylelikle eve metroyla dönme derdinden de kurtulmuş oldum.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Secrets // sekai
Fanfiction"Ağzın da baya bozukmuş." dedim hiç istifimi bozmadan. "Bir de eğer beni şu anda öpmeye niyetlendiysen, hala dişlerimin arasında kusmuk parçaları var ona göre hareket et." *Sır Tutabilir misin?* kitabından uyarlamadır.