BÖLÜM KIRK: Sadece Benim

207 48 24
                                    

Bölümü gerçekten inanılmaz zorluklar içinde atıyorum valla okuyup oy vermeyen olursa aşırı kızarım ona göre jksjskj
Keyifli okumalar, bol yorumlar❤️‍🔥🔥

Kulağımı uğuldatarak gelen sesler uyku ile uyanıklık arasında gitmeme sebep olurken üşüdüğümü hissediyordum.
“Bu kız seni sayıklarken sen hangi cehennemdeydin de gelmiş burada ahkâm kesiyorsun lan? Neredeydin şimdiye kadar da burada boş edebiyatını yapıyorsun? Bu kız her sabah uyanıp bana seni sorarken sen neredeydin? Bu kız bu çocuğu tek başına mı yaptı da tüm suç ondaymış gibi siktir olup gittin!”
Tenimde hissettiğim soğukluk giderek artarken bedenimdeki sızı da arttı.
“Dedi kadınlara tecavüz edip edip bir yerlere atan piç!”
Kulağıma ulaşan sesi açmadığım gözlerimi daha da sıkı kapatmama sebep olurken boğazıma bir yumru oturdu.
“Seninle benim aramdaki en büyük fark ne biliyor musun?” diye sordu Tilki. Sesi tıslar gibiydi. “Ben duyguları olmayan sadece krallığına hizmet için yaratılmış bir varlığım. O kadınlara karşı hiçbir şey hissetmiyordum oysa sen Perla’yı sevmiyor muydun Rex Darkness? Benim için o kadınlar önemsizdi, Perla da mı senin için önemsizdi?”
Kalbim acıyordu. Her kelimesi kalbime yeni bir yara daha açıyordu.
“Bu kız acıdan kıvranırken keyfin yerinde miydi? Bana dün ne dedi biliyor musun? Artık beni sevdiğini bile sanmıyorum, dedi.”
“Sevdiğini sanmıyorum mu?” diye mırıldandı. Sesi pürüzlüydü, kendinden nefret etmiş gibiydi.
Tilki “Daha da gelmeyecektin değil mi?” diye bağırdığında nefes almayı bile bıraktım. Gözlerimi açsam ağlarım diye korkuyordum.
“Krallıklar arasında söylenti çabuk yayılır, o çocuğa kehanet yazılacağını öğrenmesen gelmeyecektin değil mi? Şerefsiz!” dediğinde sert bir yumruk sesi geldi ve ben hızla gözlerimi açtım. Rex karşılık bile vermeden öylece Tilki’nin yüzüne bakıyordu. Gözleri donuklaşmış sanki burada öldürülse bile karşılık vermeyecek gibiydi.
Hızlıca doğrulduğumda Tilki ile göz göze geldim. Sinirden kızarmış gözleri ve inip kalkan göğsü ile Rex’in yakasını kavramıştı. Benim uyandığımı görünce direk Rex’i itip yumruk olmuş eliyle geri çekildi.
Rex’in gözleri yavaşça beni buldu ve istemsizce kalbimin sesini duyar hale geldim. Bir süre sadece gözlerime baktı. Sanki yanıma gelmek için çırpınıyor da gelemiyor gibiydi.
“Perla’m,” dedi sonunda. “Güzel kraliçem.”
Hiçbir şey demeden öylece ona bakarken uykusuz gözlerinin altında eziliyordum. Onu öyle özlemiştim ki şimdi ne yapacağımı bile bilemiyordum ama bildiğim bir şey varsa o da fazlasıyla netti. O beni bırakıp gitmişti ve kehaneti öğrenmese gelmeyecekti. Beni böylece bırakacaktı.
Gözlerini kaçırıp derin bir nefes aldı. Yavaşça yatağın yanına yaklaşırken gözlerim dolmamak için çırpınıyordu. Yatağa oturduğunda sabah gibi olan kokusu ciğerlerime doldu.
“İyi misin?” diye sordu sonra ise saçma bir soruymuş nefesini verdi.
Yüzüne bakmayı kesmesem de cevap vermedim. Kahretsin ne de çok özlemiştim dipsiz kuyularına bakmayı.
“Perla,” dedi sonunda cevap vermeyeceğimi anlayınca. “Özür dilerim.”
Ona bakmayı kesip Tilki’ye döndüğümde onun zaten çoktan bana baktığını fark ettim.
“Bayıldım?” dedim sorgular gibi.
“Bayılmışsın,” dediğinde gözlerine şefkat yerleşti. “Tüm muhafızlar mezarlığı didik didik etti, bulamadık.”
“Ara sokaklardan gitmiştim.”
“Rex buldu seni,” dediğinde istemsizce kaşlarımı kaldırdım.
“Kolyeden.”
Anladım anlamında başımı aşağı yukarı salladım. Yataktan inmek için yorganı üstümden atıp ayaklarımı sarkıtmıştım ki “Affetmeyecek misin beni?” diye sordu kısık sesiyle.
Ne de garipti, fazlasıyla duygusuz hissediyordum. Sanki bir hafta boyunca her gün beklemek artık her şeyi silivermiş gibiydi.
Ona döndüm, tam gözlerinin içine baktım. Yüzüme acımasız ve depresif bir gülümseme yerleşti. “Sen en iyisi krallığına git. İyi bir kral olmaya devam et, iyi bir baba olamayacağın kesin.”
İçeri de onun yüzü gibi buz kesti. Yerdeki gölgeler daha da koyulaştı. Böyle bir şey dememi beklemiyor gibiydi, bu kadar acımasız olacağımı düşünmemiş olmalıydı ama o onu senden çıkartmalıyız derken ne kadar acımasızsa ben de şuan o kadar acımasızdım. Hatta Tilki bile böyle diyeceğimi beklemiyor olacak ki boğazını temizledi ve “Ben gideyim,” diyerek odamdan çıktı.
“Bir kez olsun beni anlayamaz mısın?” diye sordu yataktan kalkıp önüme gelirken. “Seni kaybedemem. Senin acı çekmene izin veremem. Neden hep ben suçluymuşum gibi davranıyorsun? Ne yapmamı bekliyorsun sen geceleri acıdan iki büklüm olurken sabah karnını okşamamı falan mı? Öldürecek seni, gün gün zehirleyecek kanını.”
“Annen, kraliçe annen yaşıyordu Rex. Annen ölmedi, onun beni öldüreceğinden nasıl bu kadar emin olabilirsin?”
Elini delirmiş gibi saçlarına geçirdi. “O adam bir tüccardı ya, tüccar!” diye gürledi birden. “Taht soyunu taşımıyordu. Şuan farkında mısın, hem Karanlık Kralığı’nın hem de Ateş Krallığı’nın taht soyunu taşıyan bir şey var içinde.”
Bebek demek bu kadar zor değildi, o sadece bir bebekti! Halen canavar gözüyle bakıyordu ona.
“Taht soyu ve halkın soyu farklı, benim kanım ve bir tüccarın kanı bir olabilir mi sence?”
Yüzümdeki duygusuz ifade değişmedi. “O çocuk sen istesen de istemesen de doğacak. Artık benim bile seçim hakkım yok.”
Elimi avuçlarının içine aldı. “Kararlısın yani?” dediğinde. Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim ciğerlerimde.
“Evet,” dedim ellerimi onun elinden çekerken.
Gözleri usulca bıraktığım ellerime kaydı. Bir süre öylece baktı sonra ise dipsiz kuyularını yumdu.
“Bana böyle bakma,” dedi yeniden gözlerini benim mavilerime dikerken.
“Aşık olduğum gözlerin bana böyle duygusuz bakınca nefes alamıyorum.”
Küçükken gözlerimi bağlayıp gezerdim, gözlerimi kimse görmesin diye. O ise hep senin gözlerine aşık oldum diyordu. O kimsenin görmek istemediği gözlerime aşık olmuştu.
Hiçbir şey demeden ayağa kalkmaya yeltenince birden kolumu tutup yeniden yatağa oturmamı sağladı. Ben daha ne olduğunu anlamadan eli pelerininin iç cebinden bir bana hediye ettiği hançere benzer bir hançer çıkardı. Kaşlarım çatılırken elimin içine hançeri koyduğu gibi kendi eliyle benim elimi kapattı. Sıkıca elimi tutarken parmaklarım acıyordu. Saniyeler içinde elimi boğazına götürdüğünde gözlerim kocaman açıldı. Korku yavaşça ruhuma tırnaklarını geçirdi, şuan Rex’in boynunda bir hançer vardı.
Başını daha da dikleştirip benim elimde olan hançeri daha da boynuna bastırdı. “Rex,” dedim panikle. “Delirdin mi?” diye bağırdığımdaysa gözleri daha da sertleşti. Elimi çekmeye çalışsam da daha da sıkı kavrıyordu elimi.
“Öldür daha iyi,” dedi. “Bana böyle bakmak yerine öldür daha iyi Ateş Yıldızı.”
Bedenim kaskatı kesilirken hançeri biraz daha boynuna bastırdı, gözlerim boynunda takılı kalırken kanamak üzere olduğunu fark ettim. Daha da paniklerken hareket etsem ona bir şey olacakmış gibi düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.
“Tamam,” dedim hızlı hızlı nefes alırken. “Tamam, tamam hadi çek şunu boynundan.”
Gözleri bir an olsun yumuşamadı. Hiç şakası yoktu, burada kendini öldürecekti. “Rex çek şunu boynundan,” dediğimde aslında hançeri tutanın ben olduğumu bir kere daha fark ettim. Gözlerini kapattı. İçimdeki çaresizlik büyürken omuzları düşer gibi oldu ve daha da sıkılaştı benim elimle birlikte hançeri de tutan eli. Elini çevirip bıçağı daha dik bir konuma getirdiğinde ise delirmiş gibi bağırmak istedim. Gerçekten kendini öldürecekti, kahretsin gerçekten öldürecekti.
“Korkuyorum,” deyiverdim birden. “Canım acıyor Rex, çek şunu boynundan.”
Biliyordum ona canım acıyor dediğimde tüm her şeyi unuttuğunu biliyordum ve o bildiğimi kanıtlarcasına dipsiz kuyularıyla yeniden beni şereflendir. Eli gevşediğinde ise hemen hançeri sağa doğru fırlattım. Aniden içimde oluşan korkuyla onun boynuna sarıldığımda kalp atışlarım kulağımda yankılanıyordu.
“Özür dilerim,” dedi yeniden ve yeniden. Başımı omzuna gömüp birkaç saniye bekledikten sonra birden geri çekilip omzuna sertçe yumruğumu geçirdim. Kaşları ne olduğunu anlamamışçasına çatılırken “Ya yanlışlıkla boynunu kesseydin?” diye gürledim.
Sonunda ciddi yüzü aydınlandı, hafif bir gülümseme belirdi güzel yüzünde. “Kızdın mı bana? Bana kızmak yerine beni affetsen olmaz mı?”
“Sen sözlerinde durmayan bir adamsın Rex Darkeness. Yine verdiğin sözde duramadın, yine sana ihtiyacım varken sen yanımda yoktun.”
“Ben ne yapacağımı bilemedim sadece, sen ne yapardın? Sevdiğin kişi gözlerinin önünde acı çekerken sen buna müsaade eder miydin?”
Haklıydı, sanırım ben de böyle bir şeye izin vermezdim ama öylece tek başına da bırakmazdım.
“Onun bir suçu yok ki, o seçmedi istenmeyen bebek olmayı.”
“Senin suçun var mı, sen seçmedin ki acı çeken olmayı.”
Başımı dikleştirdim. “O zaman ben seçiyorum acı çeken olmayı,” dedim netçe.
Artık her şey netti, bu çocuk doğacaktı. Kehaneti ne kadar korkunç olursa olsun canavar olmayacaktı. O benimdi.
“Kararın benim kararım ama bir kez de benimle krallığıma gelsen olmaz mı?”
“Neden?” diye sordum kaşlarım çatılırken.
“Sarayda yemekleri yapan aşçı kadın annemi hatırlıyor. Ne kadar acı çektiğini kendi gözleriyle görmüş. Zor bir hamilelik sanıyor ama bir dinlesen onu.”
“Çektiğim acıdan fikrimin değişeceğini mi sanıyorsun?”
Ne kadar da saçma bir düşünceydi. Kararım fazlasıyla netti. Sadece acı çekecek olmak fikrimi değiştirmezdi.
Yüzünü can acıtan bir hüzün kapladı. “Çekeceğin acı gün gün artacak.”
“Ben hep acı çektim,” derken dudaklarıma geçmişin yaralarını gizlemek için bir gülümseme yerleşti. “Hiçbir şeyi acı çekmeden elde edemedim ki. Acı çekiyor gibi de hissetmiyorum, bu çektiğim acı bile sayılmaz.”
Minicik bir çocukken hem annemin hem babamın ölümünü izlemekti acı olan.
Krallığımı bulmak için beş parasız ayaklarımdan kanlar akarken yürümekti acı olan.
İnsanlar gözlerimi görmesin diye başımı yere eğerek gezmekti acı olan.
Güçlerimi bile kazanamadığım halde insanların beni yerlerde sürüklemesiydi.
Sokakta genç abilerin dövüş torbası olmaktı.
Çöpten bulduğum yemeğe sevinmekti.
Köle pazarına satılmak üzere olmaktı.
Nina’nın beni korumak için ölmesiydi.
Krallığımı kurmuşken kendimi feda edeceğimi öğrenmekti.
Senin Karanlık Kral, senin… Senin boynuma hançerini dayamandı acı olan.
Archie’nin benim yüzümden ölmesiydi acı olan.
“Beni yalnız başıma bırakman bu çektiğim acının yanında bir hiç.”
“Seni yalnız bırakmadım ki. İnsan nefes almayı bırakabilir mi be kraliçem, ben seni nasıl bırakabileyim?”
Yavaşça kollarını bana doladığında günler sonra ilk defa tamamlanmış gibi hissettim. Onun kollarında huzur vardı, özgürlük vardı, sadakat vardı, sevgi vardı…
“Bundan sonra ne istersen o olacak ve inan bunun o karnındakinin kehaneti ile bir alakası yok. Senin kararın ile alakası var.”
Ben de kollarımı ona doladığımda rahatlamış gibi nefesini verdi.
“Krallığına gidelim hadi,” dediğimde başını kaldırıp yüzüme baktı. “Ama kararın kesindi?”
“Hep de kesin olacak ama merak ediyorum. Annenin ne yaşadığını.”
Rex’in annesine olan sevgisi miydi yüzündeki sert ifadeyi parçalayan yoksa bile isteye ne kadar acı çekeceğimi duymak istemem mi?
“Peki,” dedi sonunda. “Gidelim.”
“Oradan da Orman Krallığı’na gidebilir miyiz?”
Kaşları çatıldı. Orada ne yapacağımı sorguluyor gibiydi. “Bir restoranda gideceğiz.”
Hiçbir şey sormadan “Gideriz,” dediğinde onun bu sorgusuz yanımda duran hallerine hayranlık duyduğumu hissettim.
Yavaşça ayağa kalktığında tam karşımdaydı. Ben ayaklarım yere değerken yatakta oturuyordum ve o usulca başımı ellerinin arasına alıp alnımdan öptü.
“Ben seni sevmeyi bırakmam Ateş Yıldızı. Ben son nefesimde bile seni dilerim.”
Gördüğüm rüya yeniden aklıma düşerken sesi sanki gerçekten duymuşum gibi kulaklarımda yankılandı. “İlk ve son dileğim.”
Bir an için üstümden bir ürperti geçerken o yine de konuşmayı bırakmadı. “Ben senin o güzel gözlerinde yaşarken sen nasıl böyle düşünüyor olabilirsin.”
“Öyle mi?” derken yüzüme haylaz bir gülümseme yerleştirdim. Şimdi o saçma salak rüyayı hatırlayıp kendime acı çektiremezdim.
“Çok mu seviyorsun beni?”
Bir an kaşları çatılır gibi olduğunda bacaklarımı beline doladım ve o biraz daha bana yaklaştı. Bir anda kendimi arkaya atıp yatağa yattığımda ise artık üstümdeydi. Bana ağırlığını vermemek için omuzlarımın üstünden, yataktan, destek alıyordu. Üstüme eğildiği için siyahın en koyu hali olan saçlarından bir tutam alnına düşmüştü.
“Böyle sana bakınca fazla yakışıklı görünüyorsun,” diye mırıldandığımda belinde olan bacaklarımı biraz daha sıkılaştırdım ve o tüm odayı dolduracak bir kahkaha attı.
“Şuan haylaz bir kız çocuğundan farkın yok.”
Sağ gözümü kırpıp yüzüne biraz daha yaklaştım.
“Senin kızın,” dediğimde aklımda Ricardo’nun “Sen kimin kızısın?” sorusuna “Benim kızım,” dediği gelmişti ve bunu belli etmek için aynı onun o gün dediği gibi “Bir sorun mu var?” diye sordum.
Sonunda onun da yüzü çapkın bir hal alırken burunlarımız birbirine değecek kadar o da yüzüme yaklaştı. “Benim kızım mısın sen?” diye fısıldadı. Sağ eli belimin kıvrımında gezinirken tüylerimi diken diken olmasını sağlayacak şekilde iki göğsümün arasında durdu. Hançerin bana bıraktığı izi elbisenin üstünden okşadı. Aslında aklımdan milyonlarca cümle geçiyordu ama onun gözleri yavaşça dudaklarıma kaydığında hepsi birden susuverdi. Parmakları halen elbisenin üstünden göğüslerimin arasında gezinirken saniye saniye daha da yaklaştı dudaklarıma. O da en az benim kadar özlemle yanıp tutuşuyor gibiydi. Özlemiştim. Özlemişti.
Dudaklarımız tam birbirine değmişti ki çalan kapı ikimizi de yerinde sıçrattı.
“Kraliçem bir haberim var,” diyerek odamın kapısından bağıran ses anın tüm büyüsünü bozarken. Ağzımdan bir oflama çıktı. Rex sabır diler gibi nefes alırken “Amına koyduğumun,” gibi bir şeyle başlayan kafiyeli bir küfür mırıldandı ve son kez yaklaşıp önce dudaklarıma ardından iki göğsümün arasına bir öpücük bırakıp geri çekildi.
Ben de yataktan doğrulurken “Gel Tilki,” diye bağırdım kapıya doğru.
Kapı açılınca içeri giren kan kırmızısı gözlere sahip başdanışmanım direk bana baktı. “Savaş Kraliçesi Anais, elçi göndermiş. Bu akşam buraya gelmek istiyor.”
Ne? Ne alaka o şimdi?
Kaşlarım çatılırken “Neden gelecek?” diye sordum.
“Nedenini bilmiyorum.”
Beni Savaş Mağaraları’na kapatan kadın, hem varisini hem de kocasını öldürdüğüm o kadının ne işi vardı şimdi burada?
Rex’e döndüğümde onun bir şeyler düşünüyor gibi olan yüzüyle karşılaştım. “Neden geliyor olabilir?” diye sordum ama ondan önce konuşan kişi Gumiho oldu.
“Seni öldürmek için. Sonuçta soyuna bir kehanet daha yazılacağını daha bebek doğmadan yedi düvel öğrendi.”
“Benim sarayım da mı? Bu kadar cahil olacağını sanmıyorum.”
Dediği mantıksız gelmişti, sonuçta burası benim sarayımdı. Bana yapacağı en ufak yanlış hareket onun öldürülmesine sebep olurdu.
“Barış sağlamak için gelecek.” Rex’e döndüğümde halen bir şeyler düşünüyor gibiydi, başını kaldırıp yüzüme baktı. “Seni öldürmeye değil, barış sağlamaya geliyor. Seni öldürecek ya da savaş çıkaracak kadar da güçlü değiller zaten.”
“Neden barış sağlamak istesin ki? Sonuçta ben…” deyip sustuğumda o zaten aklımdakileri anlamıştı.
“Akşam daha net anlarız,” diyerek Tilki’ye döndü. “Saray muhafızlarını arttır. Sokak nöbetçilerinin sıklığını da arttır. Eğer askerle gelecek olursa tek bir askeri bile saraya sokmayın. Başdanışmanı ile gelecek olursa onu misafir odalarının birine alın, başına ve kapısına da nöbetçi dikin. Kraliçesinin yanında durup ona destek sağlamasın. Anais ile Perla konuşurken koridorda hazırda asker bulundurun, ben de zaten yanlarında olurum. En ufak bir durumda Anais’i öldürün. O bir kraliçe diye kimse tereddüt etmesin, savaşsa savaş.”
Tilki ilk başta sanki Rex ona emir verebilecek biri değilmiş gibi baksa da sonlara doğru ciddiyetle dinlemeye başladı ve sonunda “Ben hallederim,” diyerek bana baktı. “Sen görüşmek istemezsen de emret kraliçe. Emret ki Ateş Krallığı’na bir adım attırmayayım onları.”
Tilki’nin bana karşı bu denli sadık ve keskin bir yapıda olması ister istemez beni gururlandırıyordu. Rex’in yanımda yokken ise benim yanımdan hiç ayrılmaması unutulmayacak bir iyilikti benim için.
“Gelsin merak ediyorum, akşam konuşacağım.”
“Nasıl istersen, ben gidip hazırlık yapayım,” deyip hafifçe boynunu büküp beni selamladı ve yine Rex’e ukala bir bakış atıp kapıdan çıktı gitti.
“Biz akşam olmadan senin krallığına gidelim,” deyip kıyafet dolabına yönelmiştim ki. “Bizim krallığımız,” diye düzeltti yanlışımı. Haklıydı. Bizim krallığımızdı, ben Karanlık Krallığı’nın kraliçesiydim.
Üstüme ince ve rahat bir kumaştan yapılma elbise giydim, hiç beklemeden saçlarımı da şekillendirdiğimde ona döndüm. “Ben hazırım hadi gidelim.”
Kapıya ilerleyip topuklu ayakkabılarımın çıkardığı tıkırtıyla dışarı adımladım ve hemen merdivenlere yöneldim. Rex’in arkamdan gelen adım seslerini hissedebiliyordum. Aşağı inmiştim ki Tilki’nin İvan ile konuşmaları kulağıma ilişti.
“Kraliçe Anais gelince muhafızların sadece bir kısmını görsün. Olası bir saldırıya karşı dışarıda bir grup asker bulundurun.”
Onlar birbirleri ile konuşurken ben de onları rahatsız etmemek için direk dışarı çıktım.
“At ile gitsek at arabası ile değil?”
“Olur,” dedi hiç düşünmeden. “Zaten Kuytu sarayın ahırında, burada yani.”
Buraya kendi atıyla gelmiş olmalıydı.
Sarayın’ın kapısında bekleyen muhafızıma “Atlarımızı getirin,” diye emir verince o hızlıca başını sallayıp “Emredersiniz kraliçem,” dedi ve yanımızdan uzaklaştı. Çok geçmeden Rex’in asil atı boynu dimdik bir şekilde resmen kendi görkemini sergiler gibi yürürken Ay Işığı bir sağa yönelmeye çalışıyordu bir sola. Arada bir ayaklarını yere sürterek duruyor yelesini savuruyor yanında zorlukla onu ilerletmeye çalışan askere daha büyük zorluk çıkarıyordu.
Sarayın girişindeki merdivenlerini inip atımın beni göreceği şekilde durduğumda Ay Işığı’nın adımları hızlandı. Tam önümde durduğunda askerler de geri çekildi. Rex kendi atının yularını ellerinin arasına alırken ben kendi atımın yelesini okşamaya başladım. Çok oyalanmadan atımın sırtına kendimi atınca Rex’de kendi atına bindi.
“Deh!” dedim ellerim boynunu tutarken ve son hız ilerlememiz karşısında daha da boynuna sarıldım. Ay Işığı normalden de hızlı gidiyordu ve sanırım Rex’in atıyla kendince yarışıyordu.
“Sen normalden daha mı hızlı gidiyorsun?” diye sorduğunda hemen hemen yan yana gidiyorduk.
“Artık Ay Işığı bana alıştı, beni yadırgamayınca daha hızlı gitmeye alıştı sanırım,” dedim ve hemen gülümsedim. “Yarış?”
O da benim gibi gülümsemeye başlarken kendini biraz daha dik bir hale getirip yuları daha sıkı kavradı. “Olur.”
Ben Ay Işığı’nın boynuna biraz daha eğilip bacaklarımı daha da sıkılaştırdığımda Rex’e attığım kısa bakışla yarış birden başlamış oldu. Hızla benim önüme geçerken “Hızlan,” diye bağırır gibi konuştum. Ay Işığı da birden hızlanırken bir an tutunmakta zorlandım. Rex ile aynı hizaya gelip geçer gibi olunca Rex yeniden öne geçti. Bu adam sadece yakışıklı değildi hem zeki hem de mükemmel ötesi at kullanıyordu. “Hadi geçelim şunları,” diye mırıldanınca Ay Işığı resmen uçar gibi gitmeye başladı. Rex’in atına yetişmiştik ki dipsiz kuyuları hemen arkasında olan bana döndü. Bakışlarından ne anlamam gerektiğini şaşırırken o atını birden benim atımın önüne kırıverdi. Ay Işığı zorlukla yavaşlarken yere düşmemek için zor tutundum. Karanlık Kral yüzündeki sırtarış ile önüne dönüp aramızı açacak şekilde hızlanırken gözlerimi devirip “Hadi Ay Işığı,” dedim yeniden. Ay Işığı sanırım birazcık sinirlenmiş olacak ki direk Rex’in atının üstüne koşuyordu ve ben bunu engelleyemiyordum. Onu kontrol edemediğimi fark edince boynuna daha sıkı sarıldım. “Hiç kimseye zarar vermeyeceğiz,” diye ona hatırlatmak istedim ama o inatla daha da hızlandı. Rex atını sağa çevirse Ay Işığı inatla sağa koşuyordu, sola çevirse sola koşuyordu. Ay Işığı daha da hızlanıp birden Rex’in atının önüne çapraz şekilde geçtiğinde Rex atını zorlukla kontrol altına aldı. Şuan önde olan bizdik ve Ay Işığı hiç hız geçmeden koşuyordu.
Karanlık Krallığı önümde netçe görülürken Rex daha da hızlandı ve ikimiz yeniden başımızı birbirimize çevirip göz göze geldik. Krallığın girişi ikimiz için de bitiş çizgisi gibi görünüyordu. Ben de Rex’de son hız ilerlemeye başladığımızda saçlarım iyice birbirine girmişti ve bazen yüzüme sertçe çarpıyordu. Bir önceki yarışımızda Rex kazanacakken özellikle bana yenilmişti ama şuan hiç yenilecek gibi durmuyordu ki öyle de oldu aynı anda krallığa giriş yaptık. Kahkaha atarak yavaşladığımda Rex’in gözleri gülüşümde takılı kaldı. “Çok iyi yarıştık,” dedim kahkahalarım arasında.
Halen usul usul ilerlerken biraz karnım ağrıyordu ama pek de önemli değilmiş gibi hissediyordum.
“Rex,” dedim kolumu uzatsam dokunacağım yüzüne bakmazken.
“Söyle güzel kraliçem.”
“Neden daha önce gelmedin?”
Neden kehanetin bu çocuğa yazılacağını bilmezken yanımda yoktun? Kehaneti öğrenmesen gelmeyecek miydin Rex Darkness? Beni yapayalnız bırakacak mıydın?
“Seni acı çekerken görmeye korktum. Onun sana zarar verdiğini bilerek yine de ondan vazgeçmemene kızgındım.”
İstemsizce yutkundum. “Acı çekerken yanımda olmak zoruna mı gidiyor?”
Birazcık sert konuşsam da sesim kırgın çıkmıştı.
“Hayır, benim yüzümden acı çekiyor olman zoruma gidiyor.”
“Senin ne suçun var ki?” diye sorarken ona anlamsız bir bakış attım.
“O gün savaştan önce seni dinlemeseydim…”
Yeniden önüme döndüm. “Kehaneti öğrenince ne değişti peki? Ne değişti acım azaldı mı?”
Bir süre sessiz kaldı ve o sessiz kaldıkça benim sabrım sınanıyor gibi hissetmeden duramadım. Konuşmalıydı, susmamalıydı, açıklamalıydı. Aklımdaki bu sorularla duramazdım.
“Ne olursa olsun o karnındakinin doğacağını öğrenmemi sağladı. Artık senin vereceğin bir karar olmadığını fark etmemi sağladı.”
Aslında o da bana kızgındı, bilerek kendimi öldüreceğimi düşünüyor olmalıydı. Her şeyde öleceğimi düşünmüştüm ama şuan sanki yaşam ilk defa kollarını bana sarmış gibiydi. Ölecek gibi değil yaşayacak gibi hissediyordum.
Karanlık Saray önümüzde belirirken büyük surlarla çevrili kapı bizim için açıldı. Beklemeden saray avlusuna geldiğimizde atları durdurup üstünden indik. Rex yanıma yaklaşıp elimi uzun parmaklarıyla kavradı ve sarayın içine doğru yürümeye başladık.
“Kralım,” diye seslenen kadına döndüğümde saygıyla bizi selamladı. “Hoş geldiniz.”
“Annabel şu geçen konuştuğum aşçı kadını salona getir.”
“Emredersiniz kralım,” diyen Rex’in başdanışmanının kısa kısa karnıma attığı bakışlar istemsizce garip hissetmeme sebep oldu. Acaba böyle gözlerini kaçırarak karnıma bakınca fark edilmediğini mi sanıyordu? Daha karnım belli bile olmuyordu, gözleri derimden içeri geçmediği sürece bir şey anlamayacaktı ne diye bakıyorsa?
Rex tuttuğum elimle salona beni girdirirken yan yana gösterişli siyah koltuklarına oturduk.
“Hemen Orman Krallığı’na gidelim tamam mı?” diye sorduğumda başını aşağı yukarı salladı. Bir şeyler düşünüyordu.
“Ne düşünüyorsun?”
Derin bir nefes alıp gülümsedi. “Çok merak iyi değil,” dediğinde gözlerimi devirdim. Ona attığım bakışlar hoşuna gitmiş gibi yanağıma bir öpücük kondurdu. “Bu kadar güzel olmak zorunda mısın?” diye sorduğunda birden şımarmış hissettim.
“Konuyu değiştirme,” dedim gülümserken.
“Konu hep sensin ki zaten, bu aklım senden başkasını düşünemiyor.”
Ya şeker şey seni! Kalbim hopluyor vicdansız!
“Hem yakışıklı hem de ağzı iyi laf yapıyor.”
“Bu lafları bir tek senin için yapıyor.”
Kaşlarımı kaldırırken hazır cevap halleri keyfimi yerine getirmişti. Kolunu omzuma atıp aramızdaki mesafeyi kapattığında içimdeki garip duygu selini engelleyemiyordum.
“Şöyle konuşmasan mı?”
Kaşları çatılsa da yüzündeki çapkın gülümseme silinmedi. “Neden?”
“Biraz kalbim bir garip oluyor da.”
Ufak bir kahkaha attığında ben de gülmemek için yanağımın içini ısırdım.
“Senin kalbini severim ben,” dedi bir çocukla konuşur gibi.
Birden çalan kapı bana olan güzel bakışlarını kapıya doğru çevirmesine sebep oldu. “Kralım aşçı kadın geldiler.”
Yüzü sertleşti. “Perla dinlemek istemiyorsan gidelim buradan.”
Ben değil de o kesinlikle dinlemek istemiyordu, açıktı.
“İstiyorum,” diyerek ona iyice sokulduğumda “Gelsin,” diye bağırdı kapıya doğru.
Kapı açılınca içeri giren kadın yaşlılıktan zor yürüyordu. Elinde bastonu vardı ve teni buruşuktu. Boyu kısa olsa da biraz tombuldu ve bu hali onu çok tatlı gösteriyordu.
“Kralım, kraliçem.” Bizi zorlukla selamladığında küçük adımlarla yanımıza yürümeye başladı.
Rex sert sesiyle “Otur,” dediğinde kadın karşımızdaki koltuğa yerleşti.
“Bana anlattıkları anlat.”
Kadın Rex’e bakmaya korkuyor gibi görünse de sonunda başını kaldırıp önce ona sonra bana baktı.
“Anneniz zor bir hamilelik geçirdi,” dedi titrek sesiyle.
Zor bir hamilelik değildi, o bir meleze hamileydi.
“Geceleri sık sık uyanırdı, sarayda gezinirdi. Bir keresinde benimle konuştuğunda karanlık bir yiyecek olsa onu büyük bir arzuyla yerdim demişti. Karanlığı bilinçsizce arzuluyormuş, bazen güçlerini kontrol edemiyormuş. Birçok kez ise saray koridorlarında baygın bulundu. Bazen acıdan bağırarak yardım istiyordu çünkü,” derken Rex’e baktı. “Sizi kaybedeceğini düşünüyordu.”
“Bağırışları tüm sarayda yankılandı dokuz ay boyunca. Gün gün daha da kötüleşti. Geceleri kendini kontrol edemeyip bahçede büyü yapıyordu. Hatta o kadar çok büyü yapıyordu ki bazen ellerindeki siyahlık saatlerce gitmiyordu.”
Karanlığı arzuluyordu. Karanlığı istiyordu. Benim gibi…
“Kral dedeniz onun büyü yapmaktan kendini öldüreceğinden korkuyordu ama o bunu kontrol edemediğini söylüyordu. Ölecek dahi olsa bunu istiyordu. O karanlığı istiyordu kralım. Acısının böyle dineceğine inanıyordu. Belki de doğruydu. Bir gün karnını tutarak bağırırken hekimler ne yapacağını şaşırdı çünkü neden böyle olduğunu kimse bilemiyordu. Ağlıyor bağırıyordu sonunda kan kusmaya başlıyordu.”
Üstümden bir ürperti geçerken korku yavaşça kanıma işledi. Kadın konuşmak için yeniden ağzını açmıştı ki “Yeter,” dedi Rex.
“Çık dışarı!”
Kadın aceleyle yerinden kalkıp yeniden bizi selamladı ve hemen çıkıp gitti. Gölgeler ton ton koyulaşırken gözlerimi kapatıp başımı Rex’in omzuna yasladım. “Sorun yok,” dedim hem ona hem kendime. “Zaten düşündüğün kadar canım acımıyor.”
“Yine yalan söylüyorsun.”
Dediği acımasızca yüzüme çarparken “O gün kendini öldürmeye çalışmıyordun değil mi?” diye sordu. “Uyuman için sana verdiğim ilacı içtiğinde.”
Derin bir nefes alıp geri çekildim. “Hayır, bana ne olduğunu bilmiyorum. Artık biliyorum gerçi.”
“Karanlığı arzuluyorsun,” dedi gözlerime dikerken dipsiz kuyularını.
“Evet, özellikle geceleri. Karanlık etrafta çoğaldıkça bu isteğim artıyor.”
Acım da bir o kadar artıyor.
“Sen benden daha güçlüsün,” dediğinde kaşları çatıldı. “Karanlığı arzulaman doğru değil.”
Dediğinden bir şeycik anlamamıştım. Güçlü olmam ne alakaydı?
“Anlamıyorum,” dediğimde kolunu omzumdan çekip tam anlamıyla bana döndü.
“Annemin güç seli o adamdan kat ve kat daha büyüktü. Benim güç selimdeki toprağı yok etmek için karanlığı arzuluyordu ve şuan tamamen karanlığa ait gücüm. Zaten annemin güç seli büyük olmasaydı ben onu daha doğmadan öldürmüş olurdum.”
Tane tane beynimde sindirmem gerek. İlk olarak annesi güçlü olmasaydı, Rex bir melez olduğu için kanını zehirleyerek onu öldürürdü. Benim güç selim bir insana ait olamayacak kadar büyüktü, burada sorun yoktu. Annesi Karanlık güçlere sahipti, bebek de öyle olmalıydı yoksa annesinin güç seli Rex’i boğarak öldürürdü. Bu da mantıken karnımdaki çocuğun Ateş güçleri olacağını düşündürüyordu. İşte sorun da buydu ben ateşi değil karanlığı arzuluyordum.
Gözlerim düşündüklerim ile kocaman açılırken öylece kitlendim.
“Ben karanlığı arzuluyorum,” diyerek düşüncelerimi dile getirip. “Güç selim karanlığı yok etmeye çalışmıyor, karanlığı istiyor.”
“Çok mantıksız,” dedi Rex birden. “Yanlış geliyor Perla. Güç selin benden büyükken onun istediği şey de ateş olmalı,” dedi ve sonradan düzeltti. “Olmalıydı.”
Yanlış gelmesi fazlasıyla doğruydu. Güçlerim onun taht gücündeki karanlığı yok etmek istemeliydi çünkü güç özel olmak isterdi. Tek olmak isterdi.
“Yok olan Ateş olursa?”
“İmkansız,” dedi birden.
“İmkansız benim adım.”
“Perla senin güç selin öyle minik bir şey değil farkındasın değil mi kraliçem?” dedi sorgular gibi. “Senin güç selin onun içinde olan ufak bir karanlığı mı yok edemeyecek? Koca bir orduyu yakacak güçlerin var senin.”
Bilmiyorum, bilmiyorum! Ne düşüneceğimi bilmiyorum. Bu kadar da düşünmek istemiyorum.
“Farkındayım ama işte bir şekilde olabilir öyle değil mi? Belki güç selim karanlığa zarar vermez ve o…” deyip sustum. Düşündüğüm şey biraz garip gelmişti. “Ve o Karanlık Krallığı’nın güçleri ile doğarsa.”
Yüz ifadesi saniye saniye değişti. Hiç bunu düşünmemiş hatta belki de onu hiç kendi krallığına yakıştırmamıştı. Varisi olarak bile hiç düşünmediğine emindim.
Boş ver be! Daha onu kabullenemiyor bile.
İçimdeki kırgınlığı gizleyip gülümseyerek ayağa kalktım. “Orman Krallığı’na gidelim. Akşam olmadan krallığımda olmalıyım biliyorsun.”
“Olur,” deyip o da kalktı oturduğu yerden. İkimiz de hiç konuşmadan aşağı indik ve kulaklarımı herkese kapatmışım gibi atım önüme gelene kadar yerdeki parke taşına bakıp durdum. Düşüncelerim birbirine giriyordu. Belli etmesem kırgın hissetmeden duramıyordum. Hayat bu kadar acımasız olmak zorunda mıydı?
Direk atımın üstüne atlayıp hızla giderken Rex’in de arkamdan geldiğini görmesem de fark edebiliyordum.
“Sorun yok,” diye mırıldandım sadece kendimin duyacağı şekilde. “Hangi güce sahip olursan ol, sen benim varisimsin. Ateş halka sana sahip çıkacaktır.”
Ne kadar sahip çıkacak ki? Kendi güçlerinden olmayan bir varisi kim kabul eder ki? Tamam o kabul edildi diyelim, soyu karanlığa ait olmaya devam ederse ateşin taht gücü yok olur.
“Bir şey yok Perla,” dedim yine kendime. “O benim varisim. Gerekirse sadece benim.”
Orman Krallığı’na girdiğimizde sadece ağaçtan oluşan bu krallığın evlerinin çoğu bile ağaçtan evdi. Güzel bir havası olsa da biraz ürkütücü görünen labirent gibi bir krallıktı. Atımı ustalıkla çevirip Yuna’nın restoranının önünde durduğumda Ay Işığı’na doğru. “Burada bekle beni,” deyip attan indim.
“Bu restoran mıydı gelmek istediğin?”
“Hıhım,” derken içimdeki hüzün her zerremi etkisi altına almıştı. Archie yoktu. Ölmüştü. Benim mavi gözlü arkadaşım benim yüzümden ölmüştü. Benim çocukluğum yok olmuştu.
“Perla’m,” dedi Rex restoranda öylece baktığımı fark edince. Sanki birden tüm gücüm çekilmişti de yürüyemiyor gibiydim.
Birkaç defa derin derin nefes alıp yürümeye başladığımda her adım kalbimi biraz daha acıtıyordu. Restoranda girince içeride kimsecikler yoktu. Etrafa göz atarken hızlı adım sesleri ve hemen ardından sahibinden önce gelen bir ses kulaklarımı buldu. “Bugün yemek yapılmadı, sonra gelin.”
Hiçbir şey demeden birkaç saniye öyle dikilince Yuna sonunda mutfak olduğunu düşündüğüm yerden çıktı. Söylenmek üzere açılmış ağzı beni görünce direk kapandı. Konuşamadı, gözleri doldu. Nefes alamıyor gibi kesik bir inilti çıktı dudaklarından.
“Kraliçem,” dedi sonunda, dolmuş gözlerinden yaşlar süzülürken başını eğdi.
“Kralım,” dedi ve yeniden başını eğdi ama bu sefer eğdiği başını kaldıramadı. Omuzları sarsılmaya başladı ve istemsizce benim de gözlerim doldu. Ayakta zor duruyormuş gibi hissederken Rex’in kolunu tuttum.
“Yuna,” dediğimde ağzından çıkan hıçkırığı daha da canımı yaktı. Halen eğdiği başını kaldırmamıştı.
Ne diyecektim?
Aslında aklımda bu anın provasını yapmıştım ama şimdi her şey durmuş gibiydi. Rex’in tutuğum kolunu bırakıp ağlayan kadına yaklaştım. Kollarımı ona doladığımda omuzlarının sarsılması arttı ama sesi duyulmuyordu. Sadece hıçkırıyordu.
“Ölmüş,” dedi sonunda. “Archie ölmüş. Ölmeyecekti. Söz vermişti. Gelecekti…”
“Özür dilerim, Yuna özür dilerim.”
“Biz…” dedi zorlukla. “Biz evlenecektik.”
Omuzlarım düştü. Sesler kesildi. Aldığım nefes ciğerlerime bile ulaşamadı. Kalakaldım öylece.
Dakikalar sonunda kollarımı doladığım kadın geri çekildi. “Kusura bakmayın, ben bir an…”
“Sorun değil,” dedim kısık çıkan sesimle. “Ben seni görmek istedim.”
Hiç de iyi görememiştim. Gözaltları şişmişti, zayıflamıştı, dik durmakta zorlanıyor gibiydi. O benden de kötü görünüyordu. Sanki tüm neşesi çekilmişti.
“Seni Ateş Sarayı’na götürmek istiyorum. Benimle gelmek ister misin?”
Kız sonunda yeşil gözlerini bana çevirdi. “Gerek yok kraliçem. Archie ile gezdiğim sokakları tek başıma gezecek kadar cesur değilim. Ben gelemem oraya, hayatım boyunca.”
Ağlamamak için kendimi sıkmaktan artık konuşamaz olmak üzereydim. Buradan gitmeliydim. Karnıma giren sancılar da artıyordu, gitmeliydim. Canım acıyordu.
“Fikrin değişirse her zaman gelebilirsin.”
“Teşekkür ederim kraliçem,” dediğinde Rex’e yaklaşıp ondan destek almak için koluna girdim. O da her an düşecekmişim gibi durduğumu fark etmiş olacak ki kolunu belime sardı.
Rostondan çıkıyordum ki yeniden ona döndüm. “Archie mutlu olmanı isterdi.”
İşte bu sefer yere çöküp ağlamaya başladı ve ben daha fazla duramadım. Hızlıca kendimi dışarı atmam ile derin derin nefes almaya çalışmam bir oldu.
Ağlama sakın Perla. Sakın ağlama.
“İyi misin?”
“İyiyim,” deyip kolundan çıktım. Akşam olmak üzereydi. Kraliçe Anais gelmeden krallığa dönmeliydik.
“Hızlı gidelim,” dediğimde başıyla beni onayladı ve atımın üstüne çıkmama yardım etti. Ne kadar üzgün olduğumun o da farkındaydı. Gizlemekte zorlanıyordum, üzüntümü bu sefer saklamak zor geliyordu. Ardına sığınacağım bir yalanım bile yoktu. Archie yoktu…
Ay Işığı hızını kesmeden giderken Rex yanımda tüm ihtişamı ile atını sürüyordu ve üstümde bakışlarını hissedebiliyordum.
“Perla,” dediğinde rüzgârdan boğuk çıkan sesi kulaklarıma ulaştı. Başımı usulca ona çevirdim.
“Anais senden nefret ediyor ne olursa olsun bunun farkında ol tamam mı?”
Başımı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım. Rex Anais’in barış için geleceğinden emin duruyordu ama krallıkların barış yapacak olması o kadının benden nefret etmeye devam etmeyeceği anlamına gelmiyordu.
Krallığıma giriş yapar yapmaz sınırlarda bile seri adımlarla sıkı şekilde dolanan askerlerim dikkatimden kaçmamıştı. Tilki krallığı iyi koruyordu. Ateş Sarayı’nın önüne gelir gelmez atımdan indim. Kapıda bekleyen muhafızlar da iki katına çıkmıştı. Rex yanıma geldiğinde onunla aynı adımlarla yürümeye başladık. Sarayın içine girince istemsizce gözlerim büyüdü.
“Ay ne olmuş buraya?”
“Kraliçem!”
Gözlerim bana keyifle seslenen sese dönemeden etraftaki şatafatlı şeyleri süzmeye devam etti. Altından yapılma vazolar, süslemeli mücevherler, anlamsız tablolar…
“Gözüm kanıyor,” diye mırıldandı Rex yanımda.
Tilki tam karşımda durana kadar öylece parıl parıl parlayan sarayımda kaldı gözlerim.
“Güzel olmuş mu?”
“Bu abartı normal mi?” derken sesim iğrenir gibi çıkmıştı.
“Hava atmak için, hava. Biz zengin ve güçlü bir krallığız imajı vermek için. Anais gidince kaldırırız ama tabi çok beğendim, öldüm, bittim dersen kaldırmayız.”
“Bok gibi olmuş.”
Rex’in dediği fazlasıyla kırıcı olsa da Tilki iğrenir gibi Rex’e döndü. Bakışlarında karşısındakini değersizin de değersizi belli edecek kadar tuhaf bir ifade vardı. “Sana soran olmadı sevgilim.”
“Kötü değil,” dedim hızlıca. “Ama ben böyle göz alıcı şeyleri pek sevmiyorum.”
“Aslında krallığımız böyle güzel şeyleri sever de sende ters tepmiş.” Elini önemsizmiş gibi savurdu. “Kraliçem nasıl isterse öyle olur.”
“Kraliçem,” diyerek yanıma gelen askerim üçümüzün de kaşlarını çatarak ona dönmemizi sağladı. Hızlıca önce beni sonra yanımdaki iki adamı selamladı.
“Kraliçe Anais krallığa giriş yaptılar. Yanında on asker ve varisi var.”
“Varisi mi?” dedi Rex birden.
“Varisi bebek değil miydi?” diye soran bu sefer Tilki’ydi.
“Evet,” dediğimde saçma olan şeyleri düşünüyordum. Düşmanı olan krallığa bebeği ile gelmek hatta daha bir yaşında bile olmayan varisi ile gelmek fazlasıyla saçmaydı.
Gumiho askere doğru “Sen çekilebilirsin,” dedi ve askerim başdanışmanının dediğini yapıp uzaklaştı.
Tilki aceleyle bana döndüğünde benden daha çok panikte görünüyordu.
“Senin tacın neden başında değil?” diye sordu ve gözleri dümdüz elbisemi taradı. Bir kraliçenin giymeye değil bakmaya bile tenezzül etmeyeceği bir elbise vardı üstümde.
“Odamda yatağın yanındaki komodinin üst çekmecesinde.”
“Ben hemen getireyim,” der demez merdivenlere koştu. Üçer üçer merdivenleri çıkarken bir kez daha onun bir insandan daha hızlı olduğunu görmüş oldum.
Karanlık Kral’m hafifçe belime dokunurken “Salona geçelim kraliçem,” dedi.
“Olur,” derken yürümeye başladım. Salona geçmiştik ki kapı yeniden açıldı.
“Taç,” dedi Tilki elindeki Rex’in bana yaptırdığı tacı hafifçe havaya kaldırdı.
Elimi uzatınca direk tacı bana verdi ve güzel tacı kızıl saçlarımın üstüne bıraktım.
“Ben kraliçeyi karşılayayım,” dediğinde duraksadım. “Ben?” dedim sorar tonda.
Rex’in sesi netti. “Sen ondan üstünsün. Bırak senin ayağına gelsin.”
Aniden özgüven yükselmesi yaşarken istemsizce gülümsedim.
“İlk defa haklı,” diyen Tilki salondan çıktı.
Aslında rahatsız hissediyordum. Anais ile ilk ve son konuşmamızda ben sürünerek elimde ve ayağımda zincirlerle onun krallığına getirilmiştim ve sonum Savaş Mağara’ları olmuştu. Tekrardan aynı acıyı kemiklerimde hissederken dişlerimi sıktım. Sanki halen bileklerimde kalın zincirler varmış gibi sol bileğimi ovuşturduğumda kapıya bakıp dalmıştım.
Ovuşturmaya devam ettiğim sol bileğimi tutan soğuk el kapıdan gözlerimi çekmemi sağlarken Rex’e döndüm. Bileğimin içini dudaklarına bastırdığında ise ovuşturmaktan kızardığını fark ettim. Kızartacak kadar sert değil sanıyordum elimi.
“Güzeller güzeli kraliçem,” dedi öptüğü bileğimi bırakırken.
Bileğimi belimin arkasına götürüp refleks olarak ondan saklarken gülümsedim. Onun ise gözleri halen sakladığım bileğimi görmek ister gibi sol kolumdaydı.
Dışarıda hareketlilik hissederken duruşumu dikleştirdim. Anais gelmiş olmalıydı. Çok geçmeden kapım tıklandığında Tilki’nin sesi geldi. “Kraliçem, Savaş Kraliçesi Anais geldiler.”
Biraz terbiyesizce bir şeydi yaptığı, doğru olan kapıyı direk açmalı ve onu içeri almalıydı. Sonuçta o bir kraliçeydi.
“Gelsin,” demem ile açılan kapıdan önce Tilki girdi başını eğmeden ve en ufak bir saygı göstergesinde bulunmadan eliyle içeriyi gösterdiğinde uzun bir zamandan sonra Anais’i gördüm. Biraz olsun değişmemişti, hatta daha da heybetli görünüyordu. Kucağındaki bebeği ise beyaz bir örtüyle kundaklanmıştı.
Çekik mor gözleri sinirle Tilki’ye döndü. “Edepsiz!” dedi tıslar gibi.
“Bir kraliçeye selam vermemek senin haddine mi?”
Başdanışmanımın kızıl gözlerine boş bir bakış yerleşti. Yüzü sertti, hep alaycı yüzü duygusuzdu. Dik dik Savaş Kraliçesi’ne baktı. “Sen kimsin ki?” diye sordu. Ondan böyle bir tepki beklemiyordum. Hatta onun bu derece sert görüneceğini de beklemiyordum. “Ben kendi kraliçem hariç kimsenin önünde eğilmem.”
Gözleri daha koyu bir kızıla bürünürken çenesi daha da sertleşti. “Benim gibi kutsal bir varlıktan saygı bekliyor oluşun hayret edilecek bir şey, oysa sen sadece ölümlü gelip geçici bir insansın Anais.”
Kraliçe bile dememişti, ona ismiyle hitap etmişti. Çok aşağılayıcıydı ve bu şuan beni hem mutlu hem de gururlu hissettiriyordu. Kraliçe Anais renkten renge girerken “Sen çıkabilirsin Tilki,” diye mırıldandım.
Gumiho bir adım geri gidip Anais’in yüzüne alayla baktı, sonra ise güzel bir tebessüm ile yüzüme bakıp önümde eğildi. “Emredersin kraliçem,” dedi ve ne Rex’in ne de Anais’i selamladı. Sert adımlarla Anais’in yanından geçip kapıyı kapatarak dışarı çıktı.
Bugünden sonra şuna emindim ki Tilki gerçekten benim için fazlasıyla değerli biri olacaktı.
“Buyurun,” dedim elimle masayı göstererek. Kadın başını dikleştirdi ve sandalyenin birini çekip oturdu. Karşısına da ben oturunca Rex de yanıma yerleşti.
“Bu şerefi neye borçluyuz?” diye sordu Rex. Yüzü merhamet ve duygudan yoksun bir hal almıştı. Korkutucu bakıyordu. Her an saldırabilecek bir hayvanı andırıyordu.
Anais “Lafı uzatmayacağım,” derken gözleri sadece bendeydi. “Kehanet adanan bir çocuk doğuracakmışsın.”
Kaşlarım çatıldı, bunun konu ile alakası neydi?
“Krallıklarımız arasındaki gerginliği bitirelim ve ben de seni o çocuğu doğurana kadar tüm her şeyden koruyayım. Seni öldürmek isteyen çok olacak çünkü herkes bilir bir kehanet bin felaketi de birlikte getirir.”
“Onun sizin tarafından korunmaya ihtiyacı yok!” dedi netçe Rex.
Gerçekten de yoktu. Karanlık Krallığı tüm krallıkların en güçlüsüydü ve her anlamda hem benim hem Ateş halkının yanındaydılar.
Kadın yine de Rex’e bakmadı. “Krallığımda Ateş halkı özgürce dolaşabilir ve ayrıcalıklı şekilde ticaret yapabilir. Bir kişi bile bundan zarar görmeyecek eğer ki bir şey olursa bunun tüm mesuliyetini de ben alacağım.”
“Karşılığında ne istiyorsun?” diye sorduğumda bana bakan çekik gözleri bir an bile değişmedi.
Evet, illa ki bir şey isteyecekti. Böyle şeyleri karşılıksız önüme seriyor olamazdı.
“Karnındaki çocuk ile benim kızım birlikte büyüyecek.”
Ne? Pardon ne? İdrak edemiyorum, ne?
Bu ne biçim istek lan? Ben daha farklı şeyler düşünmüştüm. Çok mantıksızdı.
“Kardeş gibi büyümelerini istiyorum.”
“Kafayı mı yediniz?” deyiverdim birden. “O çocuğun babasının da ablasının da katilinin karşındasınız şuan. O çocuk bunu bilerek kardeş gibi büyüyebilir mi sizce?”
“Bilmeyecek,” dedi birden. “Gizleyeceğim.”
“Sizden duymazsa krallığından, krallığından duymazsa başka bir krallıktan duyacak.”
“Bir söylenti yeter halkın aklını çelmeye. Kral Elroy ve Prenses Agena,” derken nefesi kesilmiş gibi duraksadı. Acı çekiyordu. “Aslında savaşta değil kimin düzenlediği belirsiz bir suikast sonucu öldürüldü. Şerefleri temize çıksın diye ise savaşta öldürülmüş gibi duyuruldu.”
Üstümden belli belirsiz bir ürperti geçerken kadının kucağındaki bebek usulca hareket etti. Hafif kıkırtı gibi bir ses çıkarıp annesinin boynundaki uzun kolyeyi avuçladı. Anais kollarını hareket ettirip bebeğini uyumasını ister gibi sallarken ben minik bebeğin yüzüne bakamıyordum.
“Neden?” dedim sonunda. “Neden böyle bir şey yapmak istiyorsun?”
Cevap veren Rex oldu. “Çünkü kehanet adanan bir çocuk her zaman kazanan olur. Bunu kendi gözleri ile de gördü. Kızının ve krallığının daha da güçlü olmasını istiyorsa onu yanlarında bulundurmalılar. Belki de o kucağındaki kızı büyütecek kadar bile yaşamayacağını düşünüyorsun Kraliçe Anais. Kızını akademide öldürüp cesedini krallığına yollamasınlar diye istiyorsun. Doğru mu?”
Sertçe yutkundum. Rex her zaman çok derin düşünen biriydi. Barış isteyecek derken de haklıydı. O zaten bunları çoktan anlamıştı.
“Doğru,” dedi kadın tok sesiyle.
Aklımdan milyon tane düşünce geçse de sonunda minik bebeğin yüzüne baktım. Yumuşacık görünen siyah saçları ve annesi gibi çekik, mor gözleri ile başparmağını emiyor arada homurtu gibi sesler çıkarıyordu. Ne de tatlıydı.
Vicdan azabı denilen şey bu muydu? Minicik bir bebeği babasız bırakmak…
Hayır Perla, hak etti. O adamdı halkına saldıran.
“Tamam,” dedim. “Birlikte büyüyecekler.”
Sadece savaşlarda güçsüz düşmüş krallığını ve kızını korumaya çalışan bir anneydi karşımda gördüğüm kadın. O sadece anneydi.
Minik bebekten gözlerimi alamazken “İsmi ne?” diye sorabildim.
“Vera.”
Vera… Vera Fighter.
“Ağırlamanız için teşekkürler Kraliçe Perla,” dedi ve ayağa kalktı. “Halkın benim de korumam altında olacak. Sen istediğin sürece,” dedi ve Rex’e döndü. “Seni daha küçük bir çocukken gördüğümde güçlü bir çocuk olduğunu düşünmüştüm ama sen akıllı da bir adamsın.”
Bir an için dediğini anlayamadım, Rex’e benim yanımda olması konusunda alttan alttan aklını kullandığını mı söylüyordu?
Evet, evet tam da bunu söylüyordu.
Rex’de ayağa kalkınca ben de hemen ayaklandım.
“Ben aklını gücüyle birleştiren bir adamım Kraliçe Anais ama yanımda olan kadın aklımı ve kalbimi iki kirpiğinin arasında tutuyor. Umarım beni anlıyorsunuzdur.”
Kraliçe Anais öyle mi, der gibi baktıktan sonra gülümsedi.
“Görüşmek üzere,” dedi ikimize de ve salondan çıkmak üzere harekendi. Salondan çıkar çıkmaz kendimi yerlere atma isteği gelmişti. Garip bir huzursuzluk vardı içimde.
“Suçlu gibi hissediyorum,” dedim sonunda Rex’e.
“Ama suçlu sen değilsin. Hem böylesi daha iyi olacaktır belki de.”
“Haklısın.”
Düşününce karnımdaki bu çocuk Vera’yı da koruyabilirdi, böylece ona olan vicdanım da rahat olabilirdi.
“Hadi uyuyalım,” dedi. “Yorgun görünüyorsun.”
“Uyuyalım,” dediğimde kapıyı açıp ilk benim geçmem için eliyle işaret etti. Dışarıya adım atar atmaz Tilki önümde biterken gülümseyen yüzü çok tatlı duruyordu.
“Ne dedi?” diye sordu hemen.
“Sabah anlatsam olur mu?” dediğimde hemen “Olur,” diye mırıldandı.
“İyi geceler,” diyerek ona gülümsediğinde gülümsemesi büyüdü. “İyi geceler.”
Üst kata çıkıp direk odama girdim Rex ile ve üstüme uzun zamandır giymediğim beyaz geceliklerden birini giydim. Rex de üstüne rahat bir şeyler giymişti. Onu beklemeden yatağa uzandığımda gözleri beni buldu. Karanlık gözleri büyürken keyifle beni süzdü.
“Ateşten bir parça olan kraliçeme beyaz çok yakışıyor,” diye mırıldandı yanıma uzanırken.
Uyku üstüme çökerken Rex’in göğsüne başımı koydum.
“Sanki asılardır yoksun da birden şimdi yanımda olmanı idrak edemiyor gibi hissediyorum.”
Dediğim hissettiklerimi tüm yalınlığı ile gözler önüne sererken Rex saçlarımı okşamaya başladı.
“Hiç gitmedim ki, ben hep sende kaldım Perla.”
Gözlerim kapanırken “Rex,” diye mırıldandım.
“Söyle güzel kraliçem.”
“Konuşsan olmaz mı?”
“Ne konuşayım?” diye sorduğunda omuzlarımı bilmiyorum anlamında kaldırıp indirdim.
“Sana seni anlatayım mı?” dedi ve bir süre bekledi. Cevap vermeyeceği anlayınca konuşmaya başladı.
“Şatafatlı şeyleri, kabarık elbiseleri, süslü eşyaları sevmiyorsun. Sade şeyler hoşuna gidiyor,” dedi bugüne de hitaben.
“Sen genellikle benim ilk kez gördüğüm şeylerle dolusun mesela gözlerin. Bunu sana elli defa desem de bıkmam. Gözlerin kraliçe, gözlerin beni benden alıyor. İlk defa hayatımda Ateş harelere sahip birini gördüğümde o sendin ve o gözlerin kimsede olmayacak kadar hırçın bakıyor. Ya da ateşten bir hediye gibi saçların var. Hayatımda Işık Krallığı’nda birkaç kişide kızıl saç görmüştüm o da zaten bu tonda değildi. Turuncu gibiydi hep. Saçlarını çok seviyorum. Genel olarak aşırı uzun ya da aşırı kısa kullanmıyorsun. Sonra…” derken uzattı. Düşünüyordu.
“Sol kolunda bir ben var, bir tane de sırtında. İkisi de minnacık,” dediğinde belimde bir benim olduğundan haberim yoktu. Bunu dile getirmek istesem de uykunun verdiği uyuşukluk buna engel oldu. Bedenimi bu denli tanıyor oluşu birazcık utandırıcıydı.
“Normale göre zayıfsın bunu üzülünce ilk iştahına vurmasına bağlıyorum. Ne zaman bir şeye canın sıkılsa kusmaya ya da yemek yememeye başlıyorsun. Bu kötü bir şey. Üzgünken bunu gizliyorsun, bundan nefret ediyorum. Hatta öyle iyi gizliyorsun ki herkesle birlikte beni de kandırıyorsun. Bazen yalan söylüyorsun. Çocukluğundan konuşmaktan nefret ediyorsun.”
Birkaç saniye sustu ama saçımı okşamayı bırakmadı.
“Bir de iki göğsünün arasında bir iz var,” dedi derin bir nefes alıp. “Sadece benim göreceğim, sadece benim öpeceğim bir iz. Bir iz bu kadar acıyı bir anda hatırlatamaz sanırdım, hatırlatıyor. Ne kadar şerefsiz bir insan olduğumu hatırlatıyor. Seni yalnız bıraktığımı hatırlatıyor. Korkumu, bağırışlarını, ölümü ve yaşamı hatırlatıyor. Ölümümü ve yaşamımı hatırlatıyor.”
Şerefsiz değilsin, saçma sapan konuşma demek istesem de kapalı gözlerimi açamadım bile ve sesi yavaşça benden uzaklaştı. Ben ondan kendimi dinleye dinleye uyuyakaldım.

Gözlerimi zorlukla açmaya çalışınca ilk gördüğüm şey mavi ateş oldu. Ağzımdan bir inilti çıkarken zihnimin yerine gelmesi saniyelerimi almıştı. Soğuktu, kahretsin donuyordum.
Rex? Rex burada mıydı? Evet, gelmişti. Az önce yanımdaydı. Bugün o benim yanımdaydı.
“Rex?” dedim sesini duymaya muhtaç bir halde. Eğer buradaysa biliyordum ki çoktan uyanmıştı çünkü o ufacık bir tıkırtıya bile uyanırdı.
“Buradayım, kraliçem buradayım.”
Titrerken saraydaki tüm ateşleri hissedebiliyordum. Her bir odadaki ateşi... Kendimi sıkmaktan başka bir şey yapamıyordum yoksa her şeyi mahvedecektim. Kendimi kontrol edemiyordum.
“Rex,” dedim yeniden. “Rex çıkar beni buradan yoksa tüm sarayı yakacağım.”

~Bölüm Sonu~
Ay aman aman, bitirdik bir bölümü daha. Bence tatlış bir bölüm oldu. Rex geri geldi ya istemsizce bölüm gözüme güzel görünüyor. Siz beğendiniz mi bakalım bölümü?
. Bu bölüm en sevdiğiniz yer neresiydi?
. Rex geri geldi, mutlu muyuz?
. Kraliçe Anais sizce sözüne sadık kalır mı yoksa hain planları var mı dersiniz?
Başka güzel bölümlerde görüşmek üzere güzellerim🌙❤️‍🔥

Cehennem Ateşinin VarisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin