14 Ekim sabahına yorgun uyandım.
Akşam bütün uyarılara rağmen fazladan içtiğim şampanyalar yetmezmiş gibi bir de sabah okul yokmuşcasına geç yatmıştım. Sızlanmaya hakkım yoktu. Gitmemeyi teklif dahi edemeyeceğimin bilincinde, uyuşuk adımlar ata ata banyoya girdim ve soğuk bir duşun altında dün olanları düşündüm. Hazırlanmak için çok zamanım yoktu ama su öyle rahatlatmıştı ki, çıkmakta istemiyordum. Bu yüzden babam sinirle kapıya tıklatana kadar suyun altında mayışıp durdum.
Giyinirken dikkatimi çeken tek şey hala masamın üzerinde duran paketti ve itiraf etmek gerekirse, ne kadar açmak istemesem de deli gibi merak ediyordum. Bu yüzden daha pantolonumu tam yukarı çekmeden peltek adımlarla masama ilerledim ve paketi elime alıp köşelerindeki bantları dikkatle açtım.
Ve sonra pek de aklıma gelmeyecek bir şey oldu.
Paketin içinden çocuklar için kısa öykülerin birleştirildiği bir kitap çıktı.
Sinirle gülerken derin bir nefes almak adına başımı yukarı kaldırdım ve soluklandım. O üçgen gözlü çekici heriften fazlasını beklemem saçmalıktı zaten. Evet, evet kesinlikle hata bendeydi. Kitabı fırlatır gibi masama koyduğumda içinden düşen beyaz kağıda bir süre baktım ve alıp almama konusunda kendimle çeliştim. Tanrı aşkına, adam bana harika bir paketin içinde çocuk kitabı hediye etmişti, kim bilir o kağıtta ne yazıyordu ?
Yine de merakıma yenik düşüp eğildim, kağıda uzandım ve eş zamanlı olarak odamın kapısı açıldı.
"Jimin! Yarı çıplak o köşede ne halt ediyorsun? Namjoon birazdan çıkacak ve kırk saattir seni bekliyor haylaz velet. Ne kadar geciktin haberin var mı? Hem ne o senin elindeki?"
Jin böyleydi işte. Disiplini sevse de her zaman geçmediği bir çizgisi vardı. Bana kızgın kelimeler dışında asla bir şey yapmamıştı. Bu zamana kadar bir kez bile elini havaya kaldırdığını veyahut bana kalbimi kıracak bir şey söylediğini hatırlamıyordum. Dediğim gibi tek sorun vardı, sonsuza kadar konuşabilirdi. Tabii, elimdeki kağıdı görmeseydi.
"Hiiiç," dedim pantolonumu sonunda yukarı çekmeyi başarıp kağıdı da cebime sokarken. "Cebimden düştü de onu alıyordum."
"İyi. Hızlı giyin, kahvaltıya vaktin kalmadı. Okulda atıştırırsın."
Başımla onu onayladım ve odadan çıkıp kapıyı arkasından kapatışını seyrettim.
****
Okulu ve dersleri seviyordum.
Küçükken o dar sokağımızda duvar kenarına iliştirdiğim bir minderim olurdu. Her gün aynı saatlerde oraya oturup yaşıtlarımın okula gidişini imrenerek izlerdim. Birbirleriyle şakalaşmalarını görmek beni gülümsetirdi. Hep omzumda o çantanın varlığını hissetmek nasıl olurdu merak ederdim. Sonra hayatıma iki harika adam girmiş ve bana bütün bu duyguları fazlasıyla yaşatmıştı zaten.
Diğerlerine yetişmek için gerekenden daha fazla çalışmam, eş zamanlı olarak bir sürü kursa katılmam gerekmişti. Yine de asla şikayet etmemiştim. Edemezdim de.
Şimdi ise okulun belki de en gözde öğrencisiydim. Pekala derslere öyle aman aman önem vermiyordum çünkü özel öğretmenlerim gayet güzel ilerlememe yardımcı oluyordu. Bu yüzden hocalar dinlemediğim için büyük bir havayla bir soru sorar, cevap alamayacaklarını düşünürlerdi ama ben zeki olandım işte. Onlara sadece gülüyor ve cevabı yapıştırıyordum. En sevdiğim şeyler listesinin 3. maddesi buydu.
"Sonra da işte kuzey kutbuna gidip dünyada başlamış olan nükleer savaşı izledik. Hatta oradan da penguenlerin birini yanımızda getirdik bak."