Lanetli olduğumu bilerek yaşamıştım. Bu taşıdığım bir yük değildi bana verilen bir kimlikti. Meleklerin gözlerindeki korkuyu, nefret dolu bakışlarını gördükçe lanetimin ne kadar büyük ve önemli olduğunu hissederdim.
Ama artık işler farklıydı, çok farklı.
Şaşkındım.
Daniel'in gözleri artık beni görmüyordu. Bu anlamsız uzaklaşması ve telaşı nedendi?
Aradığı başka biri vardı.
Karanlık odanın köşesinde, şöminenin yanında oturarak hırkasına sarılıyor ve ateşe bakıyordu. Yüzü solgun, bakışları boştu. Neye baktığını, ne düşündüğünü anlayamıyordum. Ancak bir şey beni huzursuz ediyordu.
Geldiğimden beri benimle ilgilenmiyordu. O eski bakışları, beni her an yok etmeye hazır o gözleri artık yoktu.
Artık o gözlerde beni arayan birini göremiyordum.
İçimde bir şeylerin ters gittiğine dair rahatsız edici bir his vardı.
Ama neydi bu terslik? Düşündükçe zihnim daha da bulanıklaşmaya başladı ve kalbim hızla çarpmaya başladı.
"Lanetli olan ben değil miyim?" diye sordum kendime.
Neden Daniel'in gözleri artık benimle değil de, sanki başka birini arar gibiydi? Delirecek gibi olduğum da Daniel'e seslendim, belki de bu düşüncelerimden beni kurtaracak bir cevap verir diye. Ama o, bir heykel kadar hareketsizdi. Beni duymazdan gelerek ateşe bakmaya devam etti.
Bu sessizlik, bu duyarsızlık beni çileden çıkarmıştı. Odadaki her şey birden gözüme batmaya başladı. Sanki her şey, her nesne, her köşe bana meydan okuyordu. Sinirle ayağa kalktım ve masayı devirdim, sandalyeleri duvara fırlattım. Odayı darmadağın ettim. İçimdeki öfke fırtınası her şeyi yakıp yıkmaya hazırdı.
Ama Daniel...
O hâlâ hareket etmiyordu, gözleri hâlâ ateşteydi. Bu, öfkemi daha da alevlendirmişti. Neden tepki vermiyordu? Neden beni görmezden geliyordu?
Acaba bu sessizlik, bu kayıtsızlık, lanetin bir parçası mıydı?
Yoksa...
Yoksa lanetli olan aslında ben değil miydim? Bu düşünce beni daha da derinlere çekmeye başladı. Artık odadaki kırılan eşyaların, dağılmış parçaların arasında kendi içimdeki boşlukla yüzleşiyordum.
Her şey paramparça olmuştu, tıpkı içimdeki huzurun parçalanışı gibi.
Daniel'e tekrar baktım ama bu kez onun bakışlarında hiçbir anlam bulamıyordum. Sanki onun da içinde bir şeyler kopmuştu, kaybolmuştu. Ama bu neydi? Ben mi yok oluyordum, yoksa Daniel mi zaten kaybolmuştu? Bu soruların cevabını bulamıyordum. Tek bildiğim içimdeki bu huzursuzluğun, bu çılgınlığın beni yavaş yavaş ele geçirdiğiydi.
Eğer lanetli olan ben değilsem, o zaman bu kâbusun gerçek yüzü neydi? Ve bu sessizlik, bu kayıtsızlık beni nasıl bir sona sürükleyecekti?
Etrafımdaki dünya, hala bulanık ve gerçek dışı görünüyordu. Kafamdaki sesler susmuştu ama zihnimdeki o yoğun karanlık duygusu, her şeyi sisli bir perde gibi örtüyordu. Daniel'in hala aynı yerde, şöminenin yanında oturduğunu fark ettim.
Ama bir şey farklıydı. Onu daha dikkatli inceledikçe, değişiklikleri fark etmeye başladım.
Daniel'in saçları daha önce böyle değildi. Birkaç gün içinde beyazlamış gibi görünüyordu. Parmaklarımın ucuna kadar yayılan bir ürperti hissettim. Sanki bütün hayatı bir anda çekip alınmış, geriye sadece bu solgun yüzü kalmıştı. Yüzündeki yorgunluk izleri, eskiden orada olmayan çizgileri, karanlık halkalarla çevrili gözleri...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HÜKÜMSÜZ
RomanceKaranlığın pençesindeki bir melek ile yasak bir kaderi paylaşan melez.