Tekerlekten çıkan sesler tüm şehrin sesini yutuyordu. Denizin sesi kulağımıza doluyor ardından ise içimizde ki duygulara karışıyordu. Onlara doğru şeyi yapmamız gerektiğini söyledikten sonra ise girdiği yerden çıkıp havaya karışıyordu.
Şuan ellerimin kavradığı tekerli sandalyede oturan kız... Her sabah sarı olarak umutla doğan güneşi akşama doğru turuncu bir renkle gökyüzünün derinliklerine yollayan, yıldızları güzelce gökyüzüne dizen, küçücük bir çocuğun el açıp ona yalvardığı Yaradan'ın bana verdiği en güzel şaraptı. Ağzıma bir kez bile şarap değdirmeyen ben, ona muhtaç olan biri haline gelmiştim. Dilim onun hafif acımsı tadına alışmış, ondan başka bir şey istemiyordu. Evet, o benim şarabımdı. En güzel şişede sakladığım, güzel motifleri olan bir resimin önüne özenle koyduğum bir şarap...
Onu ilk gördüğüm zaman hayallerimin mesleğinin aslında ressam olduğuna inanmıştım. O her aklıma geldiğinde ressam olamadığım için kendime lanet okuyordum.
Çünkü onu bir ressam görmeliydi. Denizin hırçın bir şekilde savurduğu kumları andıran gözlerini, yeni açmaya başlayan limon çiçeklerini andıran dudaklarını ve bir uzaylının şapkasını andıran burnunu kağıtlara dökmeliydi. Arka fonda bir müzik çalmalı ve genç ressam bu müziğin ritmine ucunda kırmızı düğme bulunan ayakkabısını zemine yavaş yavaş vurarak katılmalıydı. Çizimi bittiğinde ise ayağa kalkmalı, çizdiğinin biraz gerisine gidip ona hayranlıkla bakmalıydı. Ellerini ince bıyıklarına götürüp "Bu... o kadar mükemmel oldu ki eğer Mona Lisa bir insan olsaydı kesinlikle çok kıskanırdı." demeliydi. Sonra ise cebinden küçük birkaç çiçek çıkarmalı, onları elleri ile ezmeli, çıkan yeşil renkten resmin en altına imzasını atmalıydı...
Ve belki de yıllardır acı çeken bir şair bu tabloyu görüp ona şiirler yazmalıydı...
Lakin ne öyle bir ressam vardı ne de öyle bir şair. Çünkü ben her gece kıskançlığımdan zihnimde yaşayan bu insanlara kalbimdeki acı ile zehirlemiştim.
Gözlerim bir noktaya iliştiğinde durdum. O oradaydı. Küçük bir oyun oynadığımız, yanıma geldiğinde ellerinde boş kırmızı bir kova olan adam oradaydı. Oltası denizin derinliklerine doğru yol alıyordu. Yanında ki taşların birinde cildi eskimiş bir kitap gelişi güzel atılmıştı. Kitabın eskimiş sayfalarının arasına sıkıştırılan buruşuk kağıt buradan bile belli oluyordu.
"Atakan... niçin durduk?" diye sorduğunda "Birinin yanına uğramalıyız!" dedim.
"Olur sevdiğim. Olur uğrayalım."
Gözlerimi kapayıp açtım ve tekerlekli sandalyeyi kenara yasladım. Gözüme çarpan ilk balıkçının yanına gidip "Sizden bir şey isteyebilir miyim?" dedim.
Kaşlarını kaldırıp bana doğru baktı. "Tabii ki!" dediğinde "Şurada olan tekerlekli sandalyeye bakar mısınız? Çalınması bizim için çok kötü olur!"
"Başım gözüm üstüne." dedi ve elini omzuma atıp omzumu sıktı. Teşekkür edip hemen Elif'in yanına döndüm.
Öne geçip Elif'i yavaşça kucağıma aldım. Taşların üzerinde dengemi zor sağlıyor, biraz yalpalıyordum. Elleri ile ceketimi kavramış, kafasını göğsüme bastırmıştı. Bu görüntü durmamı sağladı. Ayağım küçük bir taşın üzerindeyken dengede durmuş ona bakıyordum. Kirpikleri komutanından korkan askerler gibi sıralı dizilmiş, dudakları biraz öne doğru çıkmıştı. Dudakları arasında hafif bir boşluktan hava içeri giriyordu. Sonra ise gerçeklik beni kendine çekti. Ayaklarım tekrar harekete geçti.
Onu yavaşça taşların üzerine bırakıp bende yanına oturdum. Elinde ki oltayı aşağı ve yana sallandırdı. Gözlerinin bize doğru kaydığını hissettim. Elif şuana dek hiçbir şey sormamış sadece elimi tutuyordu. Dudakları yanaklarına doğru yayıldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Kadeh Ömür
Novela JuvenilSadece iki ay ömrünüz kalsa ne yapardınız? Kendi kabuğunuza mı çekilirdiniz yoksa oturup ölümü mü beklerdiniz? O tüm ezberleri bozdu. İş ilanlarından en güzelini ve en özelini seçti. Hayatın kendine biçtiği bu kısa süreyi gözleri görmeyen bir kı...