10 Kaçak

2.6K 205 68
                                    


Sabahın puslu havası, eski pencere pervazlarından odaya sızarak terli bedeninin iliklerine kadar ürpermesine sebep olduğunda, Rüzgâr, ister istemez araladı gözlerini. Memlekete geleli birkaç gün olmuştu, ancak buraya tam alışmış değildi. Bedeni, St Petersburg'un dondurucu soğuğuna alışık da olsa, kıyıya yerleşik, küçük, yeşil ilçenin sabahlarına, bağışıklık kazanamamıştı hala. Nem, ikinci bir örtü gibi bedenini sırılsıklam sarmalarken; tek düşünebildiği, soğuğun tenini nasıl bu denli kesebildiği, içine nasıl işleyebildiğiydi. Sonunda, babaannesi tarafından, daha birkaç ay önce, açık havada içi boşaltılarak, yünleri yıkanmış; çırpılarak havalandırılmış; yeniden bin bir emek yünle doldurulmuş yorganının el emeği sıcaklığına sığınmanın dahi çözüm getirmeyeceğini kabullendiğinde, söylenerek ayağa kalktı. Yatağın hemen yanındaki sandalyenin üzerinden hırkasını alarak omuzlarına attı. Uykulu adımlarla pencereye yürüdü.

Bir kolunu pencereye dayayarak dışarı baktığında, evin kuzeye bakan cephesindeki duvarın hemen dibinden başlayarak, aşağıya kadar yemyeşil uzanan yamacı gördü ilk önce gözü. Yamacın denizle buluştuğu kayalık sahil, güzelliğini gizleyen bir gelin gibi sisli duvağını örtünmüştü yine. Hiç bitmeyen sonbaharlar, mevsimlerce kovalamaca oynardı bu diyarda. Yağmur güneşi kıskanır; o, yüzünü gösterdiği an, bulutların sırtına yüklenir; onu iteleyerek yerini almaya koşardı bin bir hevesle. Gün yağmurla başlar, yağmurla sona varırdı burada. Belki o nedenle başka bir yerde olamayacak kadar yeşil, parlaktı ağaçlar ve belki bu nedenle toprağın her karışı böylesine verimli, can katmaya böylesine hevesliydi.

Havaya sızan yosun kokusunu, kapalı camların ardından bile alabiliyordu, Rüzgar. Yosun kokusunun kaynağı karanlık sular, abanoz saçlı hırçın bir gelin edasıyla sahilde köpürüyor, sevdalısına cefa ediyordu, adeta. Bitmek bilmez, ebedi bir sevişmeydi, Karadeniz ve kayalık kıyılarının raksı. Karadeniz'in öfkesi karanlık, sevdası alacalıydı. Hiçbir zaman mahcup, sessiz bir kadın olmayacaktı, o. Hırçın dalgalı mavileriyle yârin bağrını delip geçecek, öfkesiyle sahillerini dövmeye devam edecekti, her daim... Ve sonunda hiddeti durulup, geceyi karşıladığında, günün fırçası dalgalarını alacalı gün batımlarının ebrusuna boyarken, o, sevdasını pençe pençe kendi renklerine sarıp, koynuna uzanacaktı.

Karadeniz'i düşündüğünde, Tasya' nın sureti belirdi gözlerinin önünde. Üvey kardeşi olmasına rağmen; başka topraklarda doğmuş, büyümüş olmasına rağmen; ruhunun gizli, haşarı bir tarafı, havasından, bu diyarı süsleyen toprağın imbiğinden süzülen suya doymuş, onun hırçınlığını bünyesine harmanlamış gibi gelirdi ona. Ve aynı Tasya, annesini hatırlatırdı ona. Annesinin anıları, hatları silinmiş, ayrıntılarını kaybetmiş bir resim gibi belirirdi gözlerinin önünde. Bir döngü gibiydi bu. Her seferinde aynı devri-daimle sarsılır, Karadeniz Tasya'yı, Tasya annesini düşürürdü zihnin dolaşık yollarına. Hemen hiç hatırlamıyordu annesini. En son gördüğümde kaç yaşındaydı sahi? 9?10? Bilmiyordu. Bu topraklara özgü o inatların, korkuların, feveranların kurbanı olup yitip gitmişti annesi. Sadece gözlerinin ne denli sevgi dolu baktığını hatırlıyordu Rüzgâr. Bir tek resmi bile yoktu Asiye'nin. Hiç yaşamamıştı sanki. Hiç var olmamıştı. Kendi oğlunun hayatında bile kısacık bir yan rol oynayıp çekilmişti sahneden.

Derin bir nefes alarak her sabah bakmaktan kaçındığı; yine de ona dair bir hatıra, bir an, bir tek görüntü yakalarım umuduyla dayanamayarak, gözlerinin yolunun vardığı, o yere döndü yüzünü. Yamacın diğer ucuna, sadece birkaç yüz metre ilerideki eski konağa dikti gözlerini. İlk kat taş bloklardan yapılmışken, diğer katlar iç içe geçmiş, ahşap ve taştan yapılmıştı. Bu yöreye özgü, değişik bir yapısı vardı üst katın. Yan yana getirilmiş muskalara benziyordu duvar. Üçgen ahşap yapıların içi taşla doldurulmuş, bu coğrafyanın karmaşasından payını almıştı yapı da. Babaannesine sormuştu bir keresinde merak edip, bu yapı stiline, muska dolma denildiğini öğrenmişti Olduğu gibiydi ev de... Karadeniz'in insanı gibi, içi- dışı, ismi- cismi birdi burada her şeyin. Yine de çapraşık, yine de bilinmez, anlaşılmaz... Kim bilir o muskalara neler yazılmış, neler işlenmişti ki annesinin kaderi böyle olmuştu? Düşünmeden edemiyordu Rüzgâr. Belki de gelinliğinin eteklerini toplayıp, gerdek yatağından kaçan Asiye'ye muskalar dolusu bela okumuştu Sürmene'nin bu yaşlı, kindar evi. Belki de peşi sıra okunan o belalardan dolayı gün yüzü görememişti güzel annesi. Sevdiklerine doyamamış, erkenden yüzünü toprağa dönmüştü.

NEFHAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin