Kararsız bir ressamın fırça darbeleriyle boyanıp duruyor, adeta can buluyordu gökyüzü. O ana kadar beklemiş, ressam ona "Ol!" demiş de o an vücuda gelmişti adeta. Ancak biraz şen, biraz şakrak, en çok da oyunbazdı ressamı. Ancak, bir işe girişmiş de nasıl devam etse, nerede bitirse karar verememişçesine, şaşkın, dengesizdi ressamı. Önce sabahın şen, aydınlık renklerine boyamıştı tuvalini. Masmavi bir gökyüzü, altına dalgalı neşeli bir deniz kondurmuş, sonra bir yamacın dibine taşımıştı denizini. Yemyeşil çamlardan bir halı sermişti denize kadar. Yeşilini yalnız bulmuş olsa gerek, şehir dolusu insanı katık etmişti tuvaline. Koca bir şehri ayaklarının dibine sermişti oturanların. Zaman geçmiş beğenmemişti yaptıklarını. Dedik ya az biraz dengesizdi ressam. Fırçasını eline alıp da o denizi resmine kondurduğundan bu yana, onun karakterine bürünmüştü sanki. Uçsuz bucaksız, durağan mavi çölü, umarsızca pamuktan bulutlarla doldurmuştu. Beyaz fazla gelmiş griye boyamıştı ardından onları. Yine olmamış, karanlığın yolunu açmıştı bu sefer de... Onu bile aniden yapmamış, önce bulutun grisiyle doldurmuş, kâh maviyi kondurmuş, kâh karanlıktan serpmişti içine. Derin bir nefes alıp yeter demiş olsa gerek, bu sefer, bir alev topu gibi batan güneşi kondurmuştu bulutların arasına. Paletine morunu, alını almıştı bu kez.
Ressam günü resmederken, geçen her dakika endişeden endişeye taşımıştı Rüzgâr'ı. Zahir'in evinin biraz ötesine yolda yürürken bulduğu kardeşini nasıl olduğunu anlamadığı bir boyun eğmişlikle apar topar Trabzon'a götürmeyi başarsa da, Tasya'nın, Tasya'lığı tutmuş, inatla Sürmene'ye dönmek istememiş, Rusya'ya gideceğim diye tutturmuştu genç kız. Rusya'ya kalkan ilk uçağa, zar zor yer bulmuştu Rüzgâr. Sefer akşam olduğu için de onca zamanı havaalanında geçirmek istememiş, bulduğunda, onlarca yıl, acılarını da sırtına yük edip, üzerinden geçmiş gibi duran kız kardeşinin, neşesini, dilini açacağını umarak, onu en sevdiği, en huzurlu olduğunu söylediği, Boztepe 'ye getirmişti Rüzgâr. Ama olmamıştı işte. Hala suratı düşük, hala sessizdi Tasya. 18 yıla yaklaşan ömründe susmadığı kadar susmuş, laf ağzından bıçakla alınır olmuştu yanından uzaklaştığı o birkaç saat içinde.
Öylesine bir sessizlikti ki Tasya'nın büründüğü; ona baktıkça, adeta sis çöküyordu Rüzgâr'ın yüreğine. Aynı sabahın ilk saatlerinde, sekerek koşturan gencecik, deli dolu bir ceylan olarak ondan kaçan yaramaz, şen kız kardeşi, geriye kanadı kırık bir güvercin gibi dönmüştü. Genç kızın tüm renkleri solmuştu adeta. Kızılı sönmeye yüz tutan bir ateş, bakışları okyanusun karanlık derinlikleriydi şimdi. Tasya'nın gözleri bir başka hikâye anlatır gibiydi artık. O gözlerin ardına gizlenen utangaç sırları çözmek istiyor, kapılarını aralamaya gayret ediyor, yapamıyordu. Olmazı oldurmaya çabalamaktan başka bir şey değildi Tasya'nın yekpare taştan ördüğü o yüksek duvarları geçip de ona ulaşmak... Eski zaman koçbaşları gibi darbe üstüne darbe indirse de sarsılmıyor, açılmıyordu kapıları. Her ne olduysa, karşısında oturan bir başkasıydı artık. Değişmişti... Bir sabahtan bir akşama, bir başkası olmuş, uzaklaşmıştı ondan.
En çok bunu hissetmek üzüyordu Rüzgâr'ı, onu sinirlendiren, kızdıran, deli dolu tavırlarıyla çileden çıkaran o kız, şimdi bir yabancıya bakar gibi izliyordu kendisini. Kimi zaman o denli dikkatle inceliyordu ki, rahatsız oluyor, huzursuzlanıyor, genç kızın ne denli nazik bir durumda olduğunu tahmin ettiği için nedenini soramadıkça da içi içini yiyordu.
İlk başta aldırmamıştı sessizliğine. "Ne de olsa bu deli dayanamaz, anlatır." demişti. O sustukça bu sefer zorlamaya başlamıştı onu. Sonunda konuştuğundaysa hayrete düşmüştü genç adam. Neden bu denli üzgün olduğunu sorduğunda, genç kız sadece omzunu silkmişti ve o zamana dek yüzünde görmediği, hüzünlü bir tebessümle tek bir cümlede özetlemişti macerasını, sözüm ona. Beklemişti, devamını, sonrasında anlatacaklarını, dilinin kıvrak bir zekâyla açılıp, yan yana yazılsa fersahlarca yolu tek başına dolduracak kelimler, cümlelerle, hızla, kelimeleri yutarak anlatmasını beklemişti. Ama saatler geçmiş, Tasya'nın sessizliği geçit vermemişti. 3 kısacık dakikadan ibaret bir anı, bir hayat hikâyesine çevirecek kadar süsleyerek, anlatma kapasitesine sahip olan genç kız, aradan geçen 2-3 saati tek bir cümleye sığdırmış orada bırakmıştı hikâyeyi. Sabahını öksüz bırakmıştı adeta. Şaşkındı Rüzgâr, gergin, bir o kadar da tedirgindi... İlk defa tanıyamıyordu Tasya'yı. İlk baştaki ilgisizliğine, umursamazlığına kızmaya başlamıştı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
NEFHA
Teen FictionVarlığı inkâr edilemez olandı, yok sayılamayacak, gözden kaçırılmayacak olandı, Zahir. Adı gibi... Kırıp döktüğünün nefesinde üflendi ona sur borusu, Nefha... İsmi gibi... Kıyametiydi. Başlangıcıydı. Yaşamın bittiği yerdi. Tükenmez sevdalara yazı...