****Gece yarısı İstanbul'un hala yeşil kalabilen yerlerinden birindeydik. Meftun, bizimle gelmemişti. Bu onun için çok tehlikeliydi. Gelmek için ne kadar ısrar etse de Marcus onu otel odasına kilitlemişti.
Saat gece yarısına yaklaşmaya başladığında bedenimin değişmeye başladığını hissetmiştim. Saat gece yarısına vurduğundaysa başlamıştı.
İlk olarak kemiklerim kırılmaya başladı. Kolum, dirseğimden kırılıp ters döndü. Sonra dizlerim kırılıp garip bir şekil aldı. Daha sonra omurgam kırıldı. V şeklini almıştım.
Marcus, kollarını göğsünde birleştirmiş beni izliyordu. Acı dolu çığlıklar atışımı, sert ve soğuk bakışlarla izliyordu.
Gözlerinin önünde ben acıdan kıvranırken nasıl olurda bu kadar soğukkanlı kalabilirdi ?
Daha önce canımın hiç bu kadar acıdığını hatırlamıyordum. Bu acı öyle bir acıydı ki belki de cehennem ateşinden bile fazlaydı.
Diz kapaklarımın garip bir şekilde kırılışı yüzünden, yere de düşemiyordum. Ayakta kalmak zorundaydım. Tüm bedenim acıyla zangır zangır titrerken, kendimi yere dahi atamıyordum.
Kırılmalar bittikten sonra diş etlerim bıçaklanıyormuş gibi hissetmeye başladım. Bıçaklanıyormuş gibi ama içeriden. Sanki damağımın altındaki bir şeyler, ağzımı parçalarcasına dışarı çıkmak istiyordu. Çıktı da, kanlı dişlerim teker teker yere döküldü ve ağzım öne doğru uzanıp büyümeye, damağım parçalanmaya başladı. Burnum da kırılmış ve büyümeye başlamıştı. Burnum ve ağzım birleştiğinde, dökülen dişlerimin yerinde yeni sivri dişler vardı.
Ama en acısıysa gözlerdi. Her şey bir nebze olsun katlanılabilirdi ama gözler... Kendimi oracıkta öldürmek istemiştim. Oracıkta boğazımı kesip gebermek istemiştim. Kırılan kemiklerim, büyüyüp uzarken, omurgam kamburlaşırken ve her yerimden kıllar uzamaya başlarken , gözlerim yuvalarından fırladı ve yere düştü. Yeni kıllı, çıplak ayaklarımın altında ezildiğini hissetmiştim gözlerimin.
Tam o sırada pes edercesine kendimi bıraktım ve bıraktığım gibi dört ayak üzerine düştüm. Kapalı göz kapaklarımı, kör kalma korkusuyla açtım ancak görüyordum. Her şeyi daha farklı bir şekilde görüyordum. Renkler tüm canlılığını yitirmişti ama her şey daha netti. Ormanın kör karanlığına göre fazlasıyla netti.
Marcus'a baktım, beni izliyordu. Hala ifadesizdi yüzü.
Alışkanlıktandı. Yüzyıllardır yaşamanın verdiği alışkanlıktı bu.
Acaba bir gün bende böyle olacak mıydım? Tabi yaşarsam... Bir gün Marcus gibi... Her şeye alışmış olacak mıyım...
Ne kadar da kötü. Her şeye alışmak... Her şeyi bilmek...
Aynı yılları, yüzyılları... Tekrar tekrar yaşamak...
Her şeye alıştıktan sonra ne anlamı kalır ki...
Ne kadar da kötü...
Ölüme bile alışmak...
Marcus'a bir şeyler söylemek için ağzımı açtım ancak dudaklarımdan bir hırıltıdan başka hiçbir şey çıkmadı. Ben henüz Marcus gibi bu duruma alışamamıştım. Konuşup, konuşamayacağımı bilmiyordum. Sesimi ona duyurabilmek için daha yüksek sesle konuşmaya çalıştım ancak adını bağırmaya çalıştığımda ulumaktan başka hiçbir şey yapamadım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MELEZ AKADEMİSİ -DİLHUN'UN EFSANESİ
ChickLitGençtim yani toydum. Başka hiçbir seçeneğim yoktu. Daha doğrusu başka hiçbir seçenek bırakmamışlardı. Kandırılmış mıydım ? Belki de. Yinede günden güne alevleniyordu intikam ateşi. Kim bilir belki de küllere dönüşecektir bu ateş. Fırtına öncesi sess...