Klasik bir tren yolculuğuna; parmak boğumlarını acıtacak kadar ağır olmayan birkaç kraft çanta, acil durum petleri, uyku bandı, en mentollüsünden nane şekeri ve akıcı romanlar ile çıkılır, hiçbiri ile tam anlamında ilişki kurulamadan yolculuk sonlandırılır ve elde kalan tek şey, sıkıcı olarak adlandırılan zaman dilimi olurdu.
Bu zaman dilimini güzel yapan da şüphesiz ki, kondüktörlerin Manchester'a geldiğimizi haber veren anonslarıydı. Ben son kırk beş dakikada uyuklar vaziyette olsam ve onların bağırışları yerimden zıplamama neden olsa da, kendimce bu olayı mutlu son olarak adlandırıyordum.
Bu sevgi dolu sahneyi irkilmeden yaşamak adına şimdiki yolculuğumda uyumamak için direndim ve eldivenlerimi özenle giyip eşyalarımı alarak ineceğim kapıya doğru ilerledim. İlk defa yolculuk boyunca isyan etmemiş, sorgulayıcı düşüncelerimle sisteme sövmemiştim. Normalde olsa siyasetten ekonomiye, sosyal medyadan magazine, muhalefet etmeye hazır tüm konu başlıklarını ele alır, kendimi yorduğum yetmiyormuş gibi yanımda oturan yolcunun da sabrını tüketirdim. Bunda utanılacak veya pişman olunacak bir durum yoktu, tabii muhatap olduğunuz kişi sizi gerçekten dinliyor ve düşüncelerinizi kavramaya çalışıyorsa.
Çünkü bir keresinde; kendimi kaptırmış öyle güzel, öyle heyecanlı anlatıyordum ki, karşımdakinin güneş gözlüğü altından gözlerinin kapalı olduğunu fark etmemiş, ona soru sorduğumda cevap vermediği için de bacağına sıkıntıyla vurmuştum. Adam hışımla bana doğrulmuş, ardından da elinde duran buruşmuş gazeteyi yüzüme fırlatmıştı. Beni dinlediğini zannediyordum, bu yüzden bu denli tepki vereceği aklımın ucundan geçmemişti.
Bok kafalı.
Her neyse, böyle öfkeli İngiliz vatandaşlarının yanı sıra beyefendi sıfatını layıkıyla taşıyanlar vardı ki, onlara bayılıyordum. Bir keresinde de yanımda bir muhabir, daha doğrusu sırt çantasından çıkardığı kayıt cihazı ve küçük not defterinden, bir de şaşı olmak uğruna bakmaya çalıştığım notlarından bu mesleği yaptığını anladığım bir adam, oturuyordu ve benimle konuşma fırsatı yakalamıştı. Bende siyasetle ilgili görüşlerimi aktarmış, bu ülkenin liberalizmi benimsemeye başlamadığı sürece ona fiyakalı haber gelmeyeceğini söylemiştim.
Beni haklı bulduğunu başını olumlu bir şekilde saniyelerce sağlamasından anlamıştım, oysa ki onaylamasına gerek bile yoktu, neyin doğru olduğunun kesinlikle farkındaydım. Hadi ama; liberal düşünce altında, sınırlı devlet, özgürlük, bireycilik, eşitlik ve serbest girişim gibi kavramlar vardı. Bu da Kant'ın tabiriyle sonsuz barış demekti.
Sonsuz barış: Günümüzde, 2000'lerde, duyulduğunda zihinde ütopik bir etki bırakan tamlama, sağlıklı canlıların kurduğu en güzel hayal, dünyadaki cennet.
Muhabirle birlikte bir buçuk saat boyunca sohbet etmiştik, daha çok ben konuşmuştum fakat o bundan yakınır gibi gözükmüyordu. Beni can kulağı ile dinliyordu, hatta birkaç not bile almıştı. Eğer alyansını görmeseydim, sırf beni terslemediği ve tam bir beyefendi gibi davrandığı için inceden inceye ona yürüyebilirdim ama evliydi.
Beyefendi demişken; İngiliz Beyefendisi o gün gönderdiğim takip isteğini kabul etmişti. Fotoğraflarını özenle incelerken kutsal kıyafetleri ve yüzükleri dışında pek de dikkatimi çeken bir şey olmamıştı. En kısa zamanda Sherlock Holmes çakması Lorenzo'ya göstermek istiyordum, aslında elime fırsat geçmişti fakat dükkandaki yoğunluktan değerlendirememiştim.
Trenden inip Saudade Yetimhanesine geldiğimde zaman kaybetmeden yukarı çıktım ve Teddy'nin odasına daldım. Bu sefer erken geldiğim için o kadar mutluydum ki, bana gazete fırlatan adamı görsem boynuna atlayıp şaplak için özür dileyebilir ve ona düşüncelerimi sunabilirdim. Ki bu sunu da bir nevi doğru bilgi aktarmak gibi bir şeydi, aydınlanırdı.