Yılın ilk ayının, yirminci günündeydik. Wetherby Kasabası, her zaman olduğu gibi sessiz bir telaş içerisindeydi. Kar yağışı en şiddetli biçimiyle etkisini sürdürüyordu ve Amethyst, dünyanın en güzel, en lezzetli tatlılarının, içeceklerinin olduğu biricik dükkanım, işlekliğinden taviz vermemişti. Kazancım fena değildi; ihtiyaçlarımı karşılayabiliyor, isteklerimin bazılarını da alabiliyordum, zaten olması gereken de buydu. Mütevazı bir hayat, insanı günahtan uzaklaştırırdı.
Lorenzo ve Doreen; doğacak çocuklarına yaptığı hazırlıkları kontrol ediyor, eksiklikleri tamamlıyordu. Sürekli plan halindeydiler, unuttukları bir nokta olmaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Ne kadar Doreen benden oldukça çekinse de bu heyecanlı süreçte desteğimi onlardan eksik etmemiştim. Çekince sebebi de şüphesiz ki biyolojik olarak çocuğum olamadığı gerçeğiydi. Kendince bana nispet yaptığını düşünüyordu. Oysaki onun adına çok mutluydum, kendi rahatsızlığımı başkalarına yükleyecek kadar insafsız değildim.
Evet, bu rahatsızlık yalnızca birkaç kişinin bildiğini sandığım -ailem, dostlarım, bir de eski eşim Raphael Alcott- bir sır olsa da, aynı zamanda kalbime gömdüğüm hazin bir doğruydu. Bu doğrunun varlığı can acıtıcıydı; sanki ucunda kor olan demir parçası, yaşadığım her duyguda kalbime değiyor, hassas ete yapışıyordu, çıkartmanın tek yolu da ölmeyi denemek oluyordu. Nasıl tüm bunlar soyutsa, o şekilde ölmekti bu. Daha çok ruhen, yazısız bilim kanunlarına göre de, biraz fiziken.
Bu doğru, öyle bir doğruydu ki, beni aşkımdan da uzaklaştırmıştı. Hayatımın anlamı ilan ettiğim mükemmele yakın adam, hiç tahmin etmediğim bir şekilde beni terk etmişti. Toplumda tecrübelere göre oluşturulmuş bazı yargılar vardır; hızlı ve çılgın yaşayan insanlar hemen evlenmez ve çocuk yapmazlardır mesela. Ya da onlar için zevkleri ve eğlenceleri ön plandadır. Çoğunluğunun böyle olması, oldukça normaldir.
Bir dakika.
Bu tanıma uygun olarak çılgın motor yarışçısı Raphael'in de hemen evlenmemesi ve çocuk yapmaması gerekir, değil mi?
İşte; eğer bir Willoughby'seniz, sizi normaller bulmaz. İstisnalar da kaideyi bozmaz demeyin, şu toplumun kaideden kastı ne bilmiyorum ama benim hayatımı bozmakla yetinmeyip mahvetti.
Her neyse. Zilyon kez söyledim biliyorum ama, beklemek her zaman işe yaramıştır. Asıl sorun da budur zaten, beklemek işe yarar tabii ki, fakat beklemenin de kendine has kuralları vardır. Amaca ulaşmak için kayıtsız şartsız kendinizi adamanız lazım gelir, kor değmiş kalbinizin acısını sessize alıp geçmesi için gözyaşlarıyla ıslatmanız, söndürmeniz gerekir. Ölmeyi istemek yerine yaşamak için verdiğiniz uğraşları arttırmanız da olmazsa olmazdır. Bunları yaptıktan sonra beklediğiniz şeyi bir daha hatırlayın. Çünkü çok yakınsınızdır.
Mesela benim yegane amacım Teddy Styles, şu an göğsüme yatmış bir şekilde şarkı söylüyor:
"Kar tanesi, kar tanesi, küçük kar tanesi..."
Bu dizeler ve devamı, küçüklüğümde büyük babamdan duyduğum, ilahi misali insanın umudunu arttıran kısa bir çocuk şarkısıydı. Ben de oğluma öğretmiştim ve öğretilen bir şeyin dönütünü almak mükemmel hissettiriyordu.
Akşam olmuştu, Harry koltukta bağdaş kurmuş dosyalarıyla uğraşıyor, ben de Teddy ile onun yanında oturuyordum. Normal bir gündü, sevgili eşim ile birbirimize biraz daha alışmaya başlamıştık. Hatta bu sabah onu işe uğurlamak için kalkıp kahvaltı hazırlamıştım ve o da minnettar olup bana sarılmıştı. Yarın için de bir taktiğim vardı, kravatını bağlamayı deneyecektim.
Teddy kollarını belime dolayarak göğsüme daha da sokuldu. Beni, aynı benim onu hissettiğim gibi hissediyordu, sürekli kokluyor ve öpüyor, oyun oynama çabalarına giriyordu. Onu hiçbir zaman reddetmemiştim, öyle ki bir ara lavaboya girdiğimde peşimden gelmeyi denemişti, ben de onu karşıma alarak güzel bir şekilde açıklama yapmıştım. Bunun üzerine de anladığına dair başını sallamış, banyo kapısını kapattığımda açmak yerine önünde usulca oturup beklemişti.