HARRY
Valerie Elsworth ve Matthew Willoughby çiftinin evinde (aylar öncesine kadar Asteria da burada yaşıyordu) geçirdiğim elli dört saat de, geride bıraktığım elli üç saatten farklı olmamakla birlikte, keyifli ya da anlamlı değildi. Gidecek başka bir yer olmadığından sesimi çıkarmak istemiyordum fakat birbirinden farklı mahvolmuşluk sendromlarına girmeme az kalmıştı.
Umduğum hiçbir şeyi bulamamakla birlikte, olması gereken faktörler de yoktu. Ortalığa dağılmış renkli legolar göremiyordum mesela, gün boyu açık olan çizgi film kanalının çıkardığı gürültü odaları doldurmuyor, mutfaktan hoş kokular yükselmiyordu. Çift kişilik yatağımda rahatlıkla yatamıyor, pijamalarımla kahvaltı yapamıyor, Teddy ve Asteria'nın mırıldandığı çocuk şarkısına içimden eşlik edemiyordum.
Ah.
Tüm bunlar ve daha fazlası yerine, Matt'in özenle dağıttığı yüzüme pansuman yapmasını izleyip Valerie'nin hazırladığı yemekleri zorla yemeye çalışıyor ve tüm gün rahatsız kırmızı koltukta yatıyordum. Heyecan içeren tek olay birkaç gün önce Valerie'nin hastaneden yorgun bir şekilde gelip yerdeki kan lekelerini görmesi, daha sonra da beni fark edip çığlık çığlığa Matt'in yanına koşmasıydı.
Zaten olayları duyduğunda küfürbaz sevgilisi gibi bana ağız dolusu söverek ortalığı temizlemiş, eğer gerçekten boşanırsam ardında iz bırakmadan katilim olacağından bahsetmişti. Tehditkar halleri görülmeye değerdi çünkü karşıdan sessiz sakin görünen o kadın öyle cümleler kurmuştu ki buradaki güvenliğimden şüphe edip başka bir yere gitmeyi düşünür olmuştum.
Neyse ki olası bir hamlede mutfak balkonundan atlayarak birkaç kırıkla en az hasarı alma, ilk yardım dolabındaki biber gazını kullanıp onları etkisiz hale getirme ve sesimi zorlayarak çıkacak en güçlü çığlıkla yardım isteme gibi planlarım vardı. Şüphelendiğim anda bir tanesini devreye sokacaktım.
Şimdi de, elimde duran Matt'in aşırı sıkıcı kitabıyla -ki şu ana kadar okuduğum en saçma, en durağan, en gereksiz kitaptır bu- televizyondaki son gelişmelere bakıyor, bir yandan da neden telefonumu parçaladığımı sorguluyordum. Eğer o gün hışımla duvara fırlatmasaydım galerimdeki fotoğraflara bakıp iç çekebilir, sevimli köpek videoları izleyerek modumu yükseltebilir ve birkaç aşk şarkısı dinleyerek duygusallaşabilirdim. Zamanım bu tür aktivitelerle güzelleşirdi, düşünmekten delirme evresine adım adım ilerlemezdim.
Ayrıca iş yerime de gidemiyordum. Kendi çapımda ağır vaka olarak adlandırdığım hastamla görüşmelere ara vermiş, (görüntüm dolayısıyla mecburi ara) takibinde olduğum seminerlerden gelen davetlere üzülerek red cevabı sunmuştum. Kısacası hayatım durmuş gibiydi, yaşamdan zevk almak için hiçbir nedene sahip değildim ve bu beni çıldırtıyordu.
Oflayarak yattığım yerden doğruldum ve sıyrılan tişörtümü aşağıya çekiştirerek açıkta kalan belimi örttüm. Geldiğim zamandan beri hiç yıkanmamıştım, haliyle saçlarım yağlanmıştı. Yetmezmiş gibi aynı kıyafetlerle dolaşıyordum. Aile ve dostluk ilişkilerine ara verdiğim gibi kişisel ihtiyaçlarımı da tam anlamıyla yerine getirememiştim.
Normal bir ayrılıkta iki taraf da yıkıma uğramazdı. Biri birinden daha çok acı çeker, diğeri de umursamaz olurdu. Terk eden taraf pişmanlığa yer vermeyerek kararını gerekçeleriyle bağdaştırır, en sonunda haklılığını kabullenirdi. Ben ise rolümü unutup acı çekiyor, keşkelerin esiri oluyordum.
Düşüncelerimi bastırmaya uğraşarak ve onların dikkatini çekmeye çalışarak bir kez daha ofladım. Ne yazık ki amacıma ulaşamadım; Matt de, Valerie de oralı olmadı. Bunun üzerine yanımdaki yastığı televizyona fırlattım. Eş zamanlı olarak Matt hışımla bana dönüp gözlerini kocaman açtı.