HARRY
Robert Galbraith, (J. K. Rowling) bir kitabında şu ifadeyi kullanır:
"Zamanı göstermeyen, ama durmayan eski bir saat gibi. Akrebi yelkovanı bükülmüş, yüzünde sayıları kalmamış, aşınmış, zili paslanıp susmuş ama gene de anlamsız anlamsız tik taklarını, guguklarını sürdürüyor..."
Ömrüm boyunca belki de binlerce kitap okudum, milyonlarca cümlenin altını çizdim. Ama yaşadıklarımı ve yaşattıklarımı anlatan daha iyi bir benzetme bulamadım. İçerisine kattığı her metaforla, kabullenemediğim eşime karşı tavırlarımı özetleyen bir alıntıdır bu. Dövmesini yaptıracak olsam alnım en uygun yer, siyah büyük puntolar da en uygun stildir. Dünyadaki herkesin görüp de ibret almasını bekler, gururumu ayaklar altına alarak o mükemmel kadına çektirdiklerimi itiraf etmek isterim.
Koskoca üç ayın her günü beni kendine çekmekten, duygularımı çözmekten, tavizler vermekten ve kendi canının acıyacağını bile bile iyi davranışlar sergilemekten usanmadı. Onu görmezden geldim, geri adım atmadı. Bazen kendimi tutamayıp yaklaşmam beklentilerini çoğalttı fakat bu yaptığımın cezası olarak soğuk tavırlar takındığımda isyan etmek yerine, içine attı.
Onun kadar sabırlı, vefakar ve ince fikirli bir insan tanımadım, zaten Mallory'den ayrılan en büyük yönleri de budur. Beni, benim kendimi düşündüğümden daha çok düşünür, kendini hiçe sayıp gururunu bir kenara bırakır. Asteria aynı zamanda diğer bütün güzel huyları kendinde barındırır, sanırım tek kötü özelliği aşırı düşünceli olmasıdır.
Eğer bazı şeyleri kafasında bu kadar tartıp biçmeseydi, ayrılmamız daha kolay olabilirdi. Mesela gecenin bir vakti, yolculuklardan nefret etmesine rağmen cesaretle çıkıp mezarlığa gelmeseydi, ben başka kadınların kollarında sabahlarken pencerenin önünde uyuyakalmasaydı ya da bıkmadan benim deneme süreci tamlamasının altına sığındığım saçma zaman kaybının bitmesini beklemeseydi, ben de ona bağlanmayabilirdim.
Bağlanıp da, terk etmeyebilirdim.
Travmaları vardı. Eski eşinin yaşattıkları, bu hazin olayların bir daha başına gelmesinden çekindiği korkuları, buna rağmen yeşerttiği umut tohumları vardı. Bense her seferinde o tohumları ezmiş, güneşini söndürmüş, toprağını zehirlemiştim. Acımasızlık maskesini takıp o maske ile bütünleşmiştim. O belgeyi çıkartmak için avukata başvurmam bile hayatımın en can yakıcı hatasıyken ona göstermem (direkt verecek cesaretim yoktu bu yüzden yastığımın altına koymuştum) beni vicdan yoksunu yapıyordu.
Öyleydim de.
Belki biraz, çok değil.
Çünkü ben de denemiştim. Onun kadar belli etmesem de kendimi ona açmaya uğraşmıştım. Ama bu tuhaf durumum nasıl hemen söylenebilirdi, Tanrı aşkına? Evliliğimizin ilk günü dünyaya benim gözümden baktırıp kafasını daha çok karıştıramazdım. Önce usul usul ne yaşadığımı çözmesi gerekliydi, ardından ne kadar zor bir adam olduğumu kabullenirdi ve sonrasında, en sonunda, sırlarımla yüzleşerek beni böyle sevebilirdi.
Acele etmişti. Yoğunluğumu tam anlamıyla kaldıramadan beni kalbinde taşımak istemişti ve yaralı yüreği buna dayanamayarak çökmüştü. Onun her geçen gün bana biraz daha bağlanışını, benim de reddedişimi izlemek kolay değildi. Fakat mecburdum, koskoca dünyamdaki tek farklı oydu, o kalmalıydı.
Hayatınızda en sevdiğiniz ama en çabuk kaybettiğiniz kişiyi, herkeste bulduğunuzu hayal edin. Mesela sarışın bir hanımefendi görün, beyniniz hemen geçmişe, ona gitsin. Parfümü, en çok kullandığı kelime, giysileri, ses tonu ve aklınıza her ne geliyorsa, sahte yanılsamaların, illüzyonların esiri olun. Bu çılgınlığı her gün, her kadında, her seferinde yaşadığınızı sadece bir kere düşünün ve psikolog olduğunuzu asla göz ardı etmeyin.