Wetherby'de yüzlerce müstakil, girişlerinde begonvil çiçeklerinden dekoratif çitleri bulunan, ahşaptan panjurları olan ve meşhur İngiliz bahçelerinin örneklerini yaşatan ev vardı. Bu yapılar en fazla üç kata sahipti; buram buram bahar kokan girişine bakıldığında bile içinizi ısıtır, kurduğunuz sevimli hayallere ev sahipliği yapardı.
Biz de; kasabanın görüntüsünde zıtlık yaratan, sayılı yerlerde inşa edilmiş apartmanlardan birinde yaşıyorduk tabii. Gerek ani evlilik kararımız, gerekse bütçeyi düşünüp hassas davranışlarımız yüzünden eşyalarımızla birlikte buraya yerleşmiştik ve ayları devirmiştik. Bu süre zarfında bir duvarı bile parçalayıp daha farklısını yaptırmış, çocuğumuza yuva sıcaklığını verebilmek adına ortak kullanım alanları yaratmıştık. Yatak odası, ebeveyn banyosu, her akşam oturulması mecburi hale gelen yemek masası gibi.
Yani o evlerden birinde değildik, haliyle meşhur sayılan eşyalarımız, büyüleyen yaşamımız ve görkemli bahçelerimiz yoktu. Buna ironik artık hayallere dalmıyor, bir üst modelini elde etme çabalarına girmiyorduk.
İngiliz Beyefendisi her sabah kahvaltıdan önce penceremizin önündeki çiçekleri suluyor, parfümüyle geçtiği her yere izini bırakıyor, becerebilse dahi kravatını bana yaptırıyor ve evden çıkmasına dakikalar kala hem oğlunu, hem de beni sıkıca kucaklayarak iyi dileklerini diliyordu. Bana gün içinde kendisini aramam için onlarca tembihte bulunuyordu ve bu hali kesinlikle görülmeye değerdi. Başından beri öyle korumacıydı ki; bazen ne dediğinden çok yüzünün aldığı o garip şekillere dikkat ediyordum. Kaygısı mimiklerine en doğal haliyle yansıyor, korkusu göz bebeklerinden okunuyordu. (Son zamanlarda bu hat safhaya ulaşmıştı.)
Teddy yeni bir şey söyledi mi?
Amethyst'e tekin olmayan biri geldiğinde derhal Matt'e haber ver.
Dönüş yolunda çok dikkatli ol.
Yabancı numaraları açma, evde bana verirsin ve görüşürüm.
Bu tarz; gün arasında konuşma ve mesaj yoluyla birçok cümle kuruyor, hatta bazen amacından çok şaştığı da olabiliyordu.
Keith dükkana geldi mi? / Geldiyse ne konuştunuz?
Gibi.
Şikayet etmesem de, bu durum bazen düşündürücü bir hal alıyordu. Kendisi adına yaptığım saçma veya anlamlı binlerce şey, hatırda kalan ya da unutulan yüzlerce cümle varken, aramızı yapmaya uğraşan dostunu kıskanması emeklerime yapılan saygısızlıktı.
Elbette yargılama hakkına sahip değildim. Kıskanmak içgüdüsel bir davranış, kıskanılmak da dozu aşmadığı sürece ilgi göstergesiydi. Ancak ben bu eylemde yer alan özneler yüzünden korkuyor, yanlış anlaşılmaya mahal verip bazı yaraları deşmek istemiyordum. Son haftalarda yaşadığım özel şeylere engel olacak her tavırdan kaçınmaya çalışıyor, zihnimin derinlerinden gelen replikleri itinayla susturmaya uğraşıyordum.
Susmuyorlardı.
"Beni delirtmek istiyorsun, değil mi? Kıskançlıktan kudurmamı ve sana gelmemi istiyorsun. En sonunda siktiğimin duygularına kapılmamı istiyorsun!"
Siktiği duygulara kapılmış mıydı bilmiyorum ama kapılmalı mı sorusu zihnimi daha fazla işgal ediyordu. Hayatın sunduğu çok acımasız yollar vardı, bunlardan birinde tecrübesiz halde yürümüştü ve kalıcı hasarlar almıştı. Bu derin yaralar sonucu çıkışında çökmüştü ve uzun süre asla ayağa kalkamamıştı. Keith ona malzeme vermiş, nasıl tedavi olacağını öğretmişti.
Dersini yalnızca dinleyen bir öğrenciydi, ama uygulayarak anlardı. Bu yüzden senelerce aynı dersten kalmıştı, o acımasız yolu benzetmelerinin verdiği dikkat dağınıklığıyla yeniden geçip öğretmeninden soğumuştu. En sonunda, nihayet, yöntem değiştirmeyi başarmıştı ve çıkıştaki çöküşü, başlangıcındaki pozisyonu olmuştu.