Başımı yastığa koyduğumda ve ılık olmasına rağmen yorganı üzerime çektiğimde; kaç saat uyuyacağımı hesaplamak yerine, gözümü kırpmaya korkar vaziyette sağ tarafımdaki manzaraya bakıyordum.
Onu vitray camın önünden kaldırmak için usulca adını seslenmek yetmemişti. Sertliğine özen gösterip dürttüğümde de kımıldamadığından işi Teddy'e bırakmış, babasını uyandırması için yönlendirmelerde bulunmuştum. Yaramaz oğlum da görevini layıkıyla yerine getirmiş, bağırışlarıyla ve minik darbeleriyle ulvi amacımıza ulaşmıştı.
Harry'nin sersemliği görülmeye değerdi. Şapırdattığı ağzıyla ve şişmiş, kısılmış gözleriyle öyle saf görünüyordu ki bir saniyeliğine sorunumuzun ne olduğunu unutmuştum. Üzerinde; oğlunun usanmadan her sabah sergilediği performansla kapışacak bir masumiyet vardı. Hiçbir zaman yitirmemesini dileyerek -bir defa daha olasılıkları zorladığımın farkına varmıştım- doğrulmasına yardım etmiş, nihayetinde ayağa kaldırmayı başarmıştım. Derin uykusu bölündüğünden ayılamamasına rağmen var gücüyle omzuma asılmak yerine kendi başına yürümeyi tercih etmişti ama gözlerini bile tam açamadığından sendelemiş, dengesini kaybetmişti. Ben de hızla kolunun altına girerek odaya götürüp yatağına yatırmıştım.
Yatağımıza.
Anlam veremediğim birkaç mırıltıdan sonra ellerini yanağına dayayarak dudaklarını aralamış ve uyumaya devam etmişti. Ne zamandır uykuya hasret olduğundan bihaberdim ama durumumdan esinlenerek otuz güne yuvarlayabilirdim. Sayıların değeri vardı; duygulara anlam yükler, düşüncelere sürüklerdi. Örneğin ben yirmi iki yaşında, partnerime bizim genlerimize sahip bir çocuk veremeyeceğim için terk edilmiştim, yirmi beşte o çocuğun farklı genlere ait olabileceğinin farkına varmıştım ve yirmi yedide anne olmuştum.
Sonra da, yine terk edilmiştim.
Yani sorun çocukta değildi. Sorun, benim bir şey vermem veya almam da değildi. Yıllarca gizli kalmakta (ifşalanmamak adına başka kavramları öne sunan demek daha doğru olacaktır) ısrar eden asıl sorun, beslemekten çekinmediğim umut tohumlarıydı. Konumum ya da mevkim ne olursa olsun, hayatımın her alanında bu tohumlara kalbimde ev sahipliği yapmıştım. Filizlendiğinde yumruğum büyüklüğündeki hazinem bedenime sığmıyor, mideme kayıyor, kıvılcımları çağırıyor, yanıp yakıyordu.
Çürüdüğünde ise bilmiyorum, sanırım yok oluyordu. Saklanıyor, kapanıyor, kanıyor da olabilirdi; sadece...bilirsiniz belki, hissedilmiyordu.
Her neyse; sağ tarafıma dönük şekilde manzarama bakıyordum. Nefesi ılık bir rüzgar misali yüzümü yalıyordu. Üşütmeyeceğine emin olduğumdan daha da yaklaşıyordum. Rüzgar santimetreler öteden esiyordu. Sakindi, fısıltı kadar da sessizdi. Kulaklarımı acıtmıyordu, aksine, kendi gürültümü bastırıyordu. Rüzgara iki saniyeliğine inandım, tohumlar bir sonraki kasırgaya kadar filizlendi.
Teddy de, Keith yüzünden oldukça yorulmuş olacak ki odasındaki yatağına gitmişti. Sesi çıkmıyordu ama içimde bir endişe yoktu, uyumuş olmalıydı. Bu yüzden bir defa daha kontrol etme gereksinimi duymadan yatıyordum.
Onun yanında, yakınında, tohumlarımla.
**
"Dönüklü mü?"
"Evet."
"Dönüklü ne demek?"
"O biliyor."
"O kim?"
Sessizlik.
Bir kez daha soran Harry ve bir kez daha yanıtsız bırakan Teddy. Ardından değişen soru.