İlk evlilik teklifimi aldığımda altı yaşındaydım ve mevsim normallerinin üzerinde, sıcak bir yaz günüydü.
Parker Caddesi'nin ücra alanlarından birinde, komşu çocuğu Billie ile toplam dört kutu kola içmiştik. Patlayacak gibiydim. Amacımız da; o kutuları ayakkabılarımızın altına bantlayarak yürümeye çalışmaktı ve bu olay, bize göre acayip havalıydı. Matthew ve o zamanki kız arkadaşı Ashlyn, bizim geri zekalı gibi göründüğümüzü söylemişlerdi ama umrumuzda değildi. Bizi kıskandıklarını düşünüyordum.
Bantlama işlemini bitirip yürümeye başladığımızda, doğal olarak, önce afallamıştık. Onlarca kez düşme tehlikesi geçirmiştik ve ben her seferinde kendi dengemi sağlayamadığım yetmezmiş gibi, adım atacağım sırada Billie'nin tişörtünden tutarak onun da sarsılmasına sebep olmuştum. Karşıdan komik görünen bu anlarda, canımı hiçe sayarak amacıma ulaşmaya çalışırken, Billie yere kapaklanmış ve hemen ardından doğrulmuş, ben ise düşeceğimi anladığım sırada onu tekrar iterek, kaldırımın acı zemini yerine, onun yumuşacık vücudunun üzerine uzanmıştım.
Benimle hiç sıkılmadan saatlerce oynama kapasitesine ve sabrına sahip arkadaşım Billie ile ilk defa bu kadar yakındık ve bilirsiniz, o yaştaki çocuklarda ortak olan bir özellik de şüphesiz her şeyi çok basit sanmalarıdır. Biz de üst üste uzanınca bebek sahibi olunacağının kanaatindeydik. Aslına bakarsanız, o an çok mantıklı gelmesinin yanı sıra dehşet vericiydi.
Billie, olayın gidişatına uyarak bana evlenme teklifi etmiş, bebeği de şimdilik saklamamız gerektiğini söylemişti. Tamam derken ve kalkmaya çalışırken, dengemi kaybedip bir kez daha bedenim hırpalandığında, daha fazla dayanamayıp içtiğim kolaları onun üzerine çıkarmıştım.
Sonra da sinirinden olsa gerek, teklifini geri almış ve zaten bebeğin kolalarla beraber gittiğini söylemişti.
İkincisi, ilkine nazaran klişeydi ve daha ciddiyet barındırıyordu. On dokuz yaşındaydım, siyaset ve politika eğitimi görüyordum. Amacım okulumu bitirip özel yerlerde yazacak kadar donanıma sahip olmaktı ve bu doğrultuda okulda geçirdiğim vakitler artmış, kütüphanede sabahladığım günler olmuştu. İlgilendiğim işten büyük zevk alıyordum, okuduğum ansiklopediler, genç yaşımda hazırladığım makaleler beni büyük babama yakışır bir torun yapıyordu ve bu kesinlikle harika hissettiriyordu.
Ta ki, onu görene kadar.
Raphael Alcott; benden birkaç yaş büyüktü ve motorsiklet yarışçısıydı. Bir gün, yurt arkadaşlarım ile gittiğimiz bahar şenliklerinde tanışmıştık. Hayallerimdeki beyefendi kalıbının aksine tam bir kötü çocuktu ama beni öylesine etkilemişti ki; hiçbir şeyi önemsememiş, bekaretim dahil kalbimi de ona vermiştim.
Can yakıcı bir yakışıklılığı vardı. Ona baktıkça, çevrenizdekiler puslanır, sesler vızıltı gelirdi. Hipnotize olurdunuz ve bu sizi mükemmel kılardı. Ara sokaklardan birinde öpüşmek, gece yurdun bahçesinde gizlice görüşmek, kütüphane raflarının önünde 'aşk' tazelemek ve bunun gibi, içerisinde gençlik ve haz barındıran birçok aktiviteyi yapmış, ona bağlanmıştım. Beni büyülemişti.
Biz bir yıl kadar çıktıktan sonra, Raphael kazandığı en önemli yarışmalardan birinin sonunda, birincilik kürsüsünde bana evlilik teklifi etmişti. Tribünde, en önde yer alıyordum ve tüm gözler bana çevrilmiş, büyük ekrana yansıtılmıştım. Tanrım, zaten şovu seven bünyem bunu kaldırmakta epey zorlanmıştı, hiç unutmuyorum, heyecandan bayılmak üzereydim.
Çılgın üniversite arkadaşları, normalde deri ceket dışında hayal edilmeyecek türden insanların takım elbiseli halleri, benim özenle seçtiğim gelinliğim ve ailemin hala vazgeçebilirsin der gibi attığı bakışlar eşliğinde evlenmiş, ilk iki yıl sonsuza kadar genç kalacakmışçasına yaşamıştık. Bu süre zarfında az çaba ile de olsa okulumu bitirmiştim.