Juliet

684 4 0
                                    

Odanın ortasında bir aşağı bir yukarı gergin adımlarla gidip geliyordu? Kaşlarının çatıklığı, alnındaki çizgilerin keskinliği ve gözlerindeki ifade çok sinirlendiğinin bariz örnekleriydi. Adeta içerisinde depremler oluyor, bir volkan içerisindeki lavları püskürteceği bir mecra arıyor gibiydi. Bugün birine çatacağından hiç şüphe yoktu.

Mahkemeyi nasıl kaybedebilirdi? Joseph nasıl serbest kalabilirdi? İngiltere mahkemeleri nasıl bu kadar duyarsız olabilirdi?

Üç soru... Cevapsız kaldı.

Pencereden dışarı baktı Juliet. Bahar geldiğini nasıl da belli ediyordu. Kuşlar cıvıldıyordu yer yerde. Deniz hiç olmadığı kadar maviydi. Çiçekler tüm renklerini cesurca gösteriyordu insanlara. Ağaçlar her zamankinden daha yeşil, gökyüzü her zamankinden daha maviydi...

Her şeye rağmen güneş sanki bugün Juliet için doğmuş gibiydi. Juliet'in o simsiyah saçları narin bir biçimde omuzlarından aşağıya düşüyordu. Ara sıra pencereden esen rüzgâr saçlarını omuzlarında sıyırıyordu. Her zamankinden farklı bir ruj sürmüştü bugün. Bu kez dudakları kayısı rengindeydi. Güneşin yansıması ile birlikte dudakları da tıpkı gözleri gibi pırıl pırıl parıldıyordu Juliet'in. Ah Juliet, ne de güzeldi bugün!

Yeşil çınar ağaçlarından gökyüzüne yükselen muhteşem koku, denizden gelen serinletici rüzgârla birleşiyordu. Ağaçların ortasından bir pencere boşluğu bulan ahşaptan yapılmış bank, cennetten çıkma bu manzarayı seyretme bahtiyarlığına kim bilir ne zamandır sahipti. Dalga ve kuş seslerinin muhteşem uyumu bu harika manzarayı bir kat daha güzelleştiriyordu.

Üniversiteye gitmek için erkenden kalktığını hatırladı birden. Kıyafetlerini giyindi. Çantasını hazırladı ve yola koyuldu. Hava sıcaktı. Elleri cebinde yavaş yavaş yürüyordu. Saat erkendi. Üniversiteye de erken vardı. Kantinde sıra yoktu, kahvaltısını yaptı ve ardından kütüphanenin olduğu binaya girdi. Çantasını bıraktı. Lavaboya gitti. Ellerini yıkadı ve bahçeye çıktı. Tören saatini beklerken arkadaşları geldi. Hafta sonunda yaptıklarından bahsetti. Öğretmenler gelmeye başladı. Başıyla hepsini selamladı ve gülümsedi. Milli bir tören vardı. Tören saati tören yapıp içeri girdi ve dersler başladı. O da kütüphaneye geçti.

Fazla durmadı yalnız kütüphanede, yarım saat sonra kütüphaneden ayrılmıştı. Üniversitenin bahçesinde gezintiye çıktı. Başının üstünde yeşil, iğne yapraklı dallardan örülü bir çatı belirdi beş dakika sonra. Dallar öylesine sık ki güneş ışığı aşağıya süzülemiyordu bile. Ormanın içine doğru kilometrelerce uzayıp giden toprak bir yol... Çevredeki çiçeklerin insanı bayıltıcı kokusu ve kuşların tatlı nağmeleri...

Birden rüzgâr çıktı. Ağaçlar rüzgârdan yerleri öpüyordu. Yapraklar son bir hamleyle dallara tutunuyordu. Rüzgâr saçlarını yalayıp arkasından ilerliyordu. Ceketine sarıldı. Ellerini cebinden çıkaramıyordu. Gözlükleri düşüyordu ama müdahale edemiyordu. Gözleri yaşarıyor ve burnu akıyordu. Rüzgârla arası hiç iyi değildi. Bu nedenle bir kuytuda saklanmayı denedi. Biraz yürüdü ve iki bina arasında bekledi. Başını yukarıya kaldırdı. Gözü balkonlardaki saksılardaydı. Düşmesinler diye dua ediyordu. Bu nasıl bahardı?

Bahar denilince akla öncelikle çiçekler gelir, kırlar gelir, yeşil tabiat gelirdi. Bu mevsimin özelliklerinin insanların psikolojisi üzerindeki tesiri kaçınılmazdı. Bunu insan hayatında en azından bir kez denemiş olması gerekirdi.

İnsanlar için üniversal değer yargıları vardı, bunlardan biri de tabiat sevgisiydi. Tabiat, baharla beraber kış mevsiminin o çıplak halinden kendini kurtarır ve sanki utanmış gibi yeşilliklere bürünürdü. Herkes bilirdi ki insan giysisiyle daha güzeldi. Baharın bu tavrında çocuksu bir hal vardı. Bahar yeniydi ve çocuk da aile için yeni bir azaydı. Bahar tabiatın sanki yeni bir çocuğuydu ve bu çocuk yazla birlikte gençlik dönemini, güzle yaşlılık merhalesini geçirir ve kışla birlikte ortadan kaybolurdu. Tabiat darılırdı, yalnız kalırdı, çıplak olurdu, savunmasız kalırdı tıpkı bir çocuk gibi.

Gül Yangını | Azer'in YükselişiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin