Azer

966 9 0
                                    

Saraya doğru yol aldı. Yanında ya üç ya da iki adam vardı. Çoğu zaman korumasız gezerdi sokaklarda. Son zamanlarda yaşananlar halkı krala karşı öfkeyle doldursa da Azer herkes tarafından sevilirdi. Bu yüzden Nemrud, Azer'i vezir olarak atadı ki halk üzerindeki tesiri artsın... Ne kadar doğru bir karar olsa da, aynı zamanda bu kral için büyük bir sorun teşkil ediyordu. İktidarın üstünde bir gölge... Azer'in gücü o kadar artmıştı ki ondan habersiz sarayda kuş bile uçmuyordu. Konseyden memuruna, çiftçisinden askerine herkes onun adamıydı. Hatta yeri geliyor resmi anlaşmalar bile onun mührüyle yapılıyordu, onun armasını parşömen üzerinde görmeyen birisi iş yapmaya çekinirdi. Mesela Nemrud'a sunulan kadınlar onun onayını almak zorundaydı. Kralın yediği yemek ondan sorulurdu, hükümdarın giydiği kıyafetleri o tasarlardı. Bazen bizzat Azer bile dikerdi. Yani o ki ülkeyi yöneten aslanı terbiye eden bir aslan terbiyecisi...

Mührü aldıktan sonra Nemrud'un yanına dönmesi gerekirdi Azer'in ama o öyle yapmadı. Evinin yolunu tuttu çünkü aklına karısı gelmişti. Eğer karısı aklına gelirse, mutlaka onu görmeye gider ve eşinin halini hatırını sorardı. Herkesin zaafı olduğu gibi, Azer'inki de buydu. Yumuşak karnıyla yaşamayı öğrenmişti Azer ya da kimsenin ona karşı çıkacağını düşünmediği içindi rahat tavırları. O bunları düşünürken evinin önüne geldiğini fark etmedi bile.

O yemyeşil ağaçların arasında ne de güzel duruyordu kum rengi bir ev! Pencerelerinin çerçeveleri lacivert tahtadandı ve pencereden evin içi rahatlıkla görülebiliyordu. Eflatun renkli oturaklar, masaların yanına yerleştirilmişti. Çiçekli ve ağaçlı bahçe çölün ortasında etrafa ferahlık katıyordu. Saray denilse daha doğru olurdu çünkü evinin yirmiden fazla odası vardı. On kadar hizmetçi, evin etrafında her daim gezen korumalar ve her zaman sarayın önünde bekleyen iki üç atlı arabası... Kapıya yaklaşınca korumaları hemen önce davranarak kapıya tıklattı. ''Siz burada bekleyin,'' dedi Azer askerlere. Kapı açıldı, Azer içeri girdi. Karısı karşılamıştı onu, hizmetçilere kaş göz işareti yaptı ve saniyeler içinde bir sofra hazırlandı. Beraber yemek yediler, güzelce karınlarını doyurdular. ''Doğru mu?'' diye sordu karısı, konuyu uzatmayı sevmezdi. Azer bilmiyormuş gibi davrandı ama karısı bu sefer ısrarcıydı.

''İbrahim'i istemiyor musun?''

Karısının daha fazla konuşmasına müsaade etmedi Azer. Sinirlense de karısı haklıydı. Hiç dışarı çıkmıyordu ve yaşananları sadece kulaktan dolma bilgilerle teyit edebiliyordu. ''Doğru!'' dedi Azer, kralının yaptıklarını sahiplenen bir hizmetkâr tonu vardı sesinde. ''Ne kadar doğru?'' diye sordu karısı ve bu sefer sesi oldukça kısık çıkmıştı. Eşinin gözlerine odakladı gözlerini. Dudaklarına doğru eğildi. ''Ne zamandır bir çocuğumuz olsun istemiyor muyduk?'' diye sordu Azer'e. Yine haklıydı.

''Gelsen ya! Biliyorum konuşacak bir şeyimiz kalmadı, paylaşacak hiç bir şeyimiz yok. Yine de yüreğimden gücümün yettiği yere kadar sana sesleniyorum, seninle konuşuyorum. Bugün sana olan kırgınlığımı rafa kaldırdım, sevgimi aldım avuçlarımın arasına, ona sığınıyorum. Cümlelerimi kısalttım, kelimelerim buruk, gülüşlerim istenmeyen dudaklarımda...

Bir ihtimal gelişine sığındığımı fark ettiysem de engel olamadım gurursuz ama umutlu hasretine. Bugün gönlümü hoş tutmak ve her rüyaya inanmak istiyorum. Bir çocuk gibi isteklerimi bastıramıyorum. Sana halen bende olduğunu ısrarla söylemeye çalışıyorum. 'Bende olan seni hiç kırmadım, değiştirmedim ve hep korudum,' desem de sendeki benin nasıl olduğunu, gülüp gülmediğini anlamsız bir sıkıntıyla merak ediyorum.

İçimdeki güzelliğine inanıp inanmamanı artık umursamıyorum! Üşüyorum, bu üşüme yalnızlığımdan geliyor ve sarıyor her tarafımı. Tutunabileceğim hiçbir güzellik yok, hatırlamaktan usanmayacağım anılarım dışında. Isınabilmek için onlara sarılıyorum.

Anlamsız ve cevapsız sorular hınzırca sırıtıyor, ben görmemeye çalışıyorum. 'Gözlerini aç!' desem kapatacaksın ama kapatma gözlerini! Gözlerimi gelişlere verdim, gözlerimdeki hüzün bile seni özlemiş ve itiraf ettim sonunda. Düşüncelerim gururlu, hayallerim ve sevdam değil.

Gelseydin keşke! Kendimi unutup sana koşacaktım, susturacaktım içimdeki isyanı, kavgaların ortasında bir güneş gibi doğup ısıtacaktım yüreğini, sevinçten ağlayacaktım bu defa, mutluyken hemen sarhoş olmuşum gibi dokunacaktım ve sarılacaktım. Ama gelmedin, gelemezdin belki de. Gelmeye de hiç niyetin yoktu aslında.

Eskiden kimi şarkıların ne kadar anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ayrılığın ardından çalınan her şarkı umutsuzluğumu ve sevgimi anlatıyormuş gibi geliyor. Sevdiğim ne çok şarkı varmış, bunu senin gidişin gösterdi bana.

Her tınıda sen varsın, her yerde, her gördüğüm insanda, denizde, gecede, uykumda... Nasıl beceriyorsun her yerde olabilmeyi? Bu bir marifetse eğer neden benim yanımda değilsin ki? Gözyaşlarım asilliğini yitiriyor ve yenik düşüyorum sevdana,'' dedi Azer.

''Gittin! Belki de hiç gelmemiştin, ben geldiğini sandım. Ayak uyduramadım yorgunluğuna. Dudaklarına düşlerindeki öpüşü konduramadım. Her gelişimde bir kez daha gönderdiğin oldum! İnanamadığın, yenemediğin, üzerinden atlayamadığın korkuların oldum. Ağladığın, bağırdığın ya da sustuğun isyanın oldum, sessizce boşalan gözyaşların, birikmişliğin oldum!'' diyerek karşı çıktı Emile ama söyleyecekleri daha bitmemişti anlaşılan.

''Yüreğindeki kadın ben olmak isterken yüreğine sığınan ve tozlanacak olan bir anı oldum. Hak etmediklerin, artık yeter dediklerin ve her şeyin olmak isterken belki de hiçbir şeyin oldum. Söylesene ben gerçekten senin neyin oldum?

Sesin hep uzakları çağırıyordu ve ben üstüme alındım. Sana geldim. Bilseydim, bana ait olmayan bir seslenişi sahiplenir miydim? Şimdi bir mevsimlik aşk kaldı avuçlarımda, sadece bir mevsim yaşanan ama bir ömür gibi gelen aşk... Kalbime henüz söyleyemedim gittiğini.

Sevdanın yokluğuna alışabilirim belki ama sesinin uzak yolların sonunda olması acıtıyor içimi. Suskunluğun en büyük silahındı, suskunluğunla vurdun beni.

Söylesene unutulmak kime yakışıyor? Unutan sen olsan da sana bile yakışmıyor. Merak etme, üstüne giydirmedim bu duyguyu, unutulmayan olmak sende daha güzel duruyor. Görüyorsun işte, aşka ve sana ihanet etmiyorum. Benim kırgınlığım aşka... Sen üstüne alındın.''

Emile sonsuzluğa gömülü bakışlarını Azer'den yana devirip İbrahim'i bırakmak istemediğini hissettirdi. Uzun bakardı ve gözleri Azer'e döndüğünde... Gerçekten hissederdi yaşadığını. Karanlık olduğu halde gözlerini kapatıp annesinin yüzünü elleyen bir bebek gibi gezdirdi ellerini Azer'in üzerinde. Emile'nin gözleri gece vakti huzurlu bir ormanın yeşili kadar deliciydi. Sustuğunda gökyüzünden yakılmış karanfiller döküldü. Korkularını boynunda bir gerdanlık gibi bahsediyordu ve bu gerdanlık sahibini tutan bir tasma gibi Azer'i bağlıyordu. Gözleri tam on defa firavundu. Fazla bir şey söylemesine müsaade etmeyecek kertede küçüktü ağzı ve birisini dinlerken teklifsiz açık bırakılmış dudaklarında şeffaf bir tül dururdu. Öncesiz, sonrasız ve zincirleme bir resmin zihninin boşluğunda başıboş dolaşmasıydı. Ölüm kadar kaçınılmaz bir güzelliği vardı, aslında bu aşkın başka bir tarifiydi.

Nasıl karşı gelebilirdi bu gerçek aşka Azer? Ezip geçebilir miydi kalbine hükmedene? Kral da kimmiş gerçek aşkın karşısında!

Ama yapmak zorundaydı. Herkesin sevdiğini bırakması gibi o da bırakmalıydı oğlunu. Üstünü giyindi, kralına götürmek için saraydan aldığı mührü iç cebine yerleştirdi ve ''İbrahim'i bir daha görmek istemiyorum,'' dedi ve ekledi: ''Yüce Nemrud'u bu kadar dehşete düşüren bir canavarı görmek istemiyorum!''

Gül Yangını | Azer'in YükselişiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin