Emir

942 10 2
                                    

Tarihin bilinen en eski yerleşim yerlerinden biriydi Adıyaman. Haliyle Emir'den binlerce yıl önce sadece doğası için burada yaşamış insanların bir bildiği vardı... Şimdi o muhteşem doğasına bir de koskoca bir tarihi, bir dalsa içinde kaybolacağı devasa bir kültürü ve gez gez gitmeyen turistik yerleri sığdırmış, çok da iyi yapmıştı. Uzun uzun Nemrut Dağı'ndan, Cendere Köprüsü'nden ya da Göksu Mağarası'ndan söz edebilirdi. Ama ne kadar ballandıra ballandıra anlatsa da şehrin sahip olduklarının yanında çok az kalırdı, biliyordu.

İstanbul'a dönünce tanıdığı herkese ''En iyisi siz gidin Adıyaman'a! Orasının tüm güzelliklerini görün mümkünse. Gitmişken de evlere şenlik, damaklara şölen yemeklerinden tadın. Mesela tırşik yemeğinden de mutlaka yiyin, kıluri aydiye kurabiyelerinden de. Hatta dönerken eşe dosta Adıyaman pestili getirmeyi de unutmayın! Sadece Adıyamanlılar bilir, tüm bu yemeklerin tadı ancak memlekette böyle güzeldir,'' diyecekti.

Ama her şeyden önce Balıklı Göl... Yine efsane efsaneydi ve hepsi tek bir noktada birleşiyordu. Yalnız bir efsane... Nemrud... Efsaneler... Doğruluğu bilinmez ama böyle anlatılır dururdu.

Efsanenin peşine düşmeden önce bir yerlerde mola vermeyi düşündüler. Emir ve ailesinin Balıklı Göl'de oturup bir şey içebileceği veya mısır yiyebileceği, havuzun ortasında fıskiye manzaralı güzel bir kafe de bulunuyordu. İsteyen herkes havuzda küçük bir kayık ile minik bir seyahate de çıkabilirdi.

O kafede biraz vakit geçirdiler ve ardından yollarına devam ettiler. Yolda yürürken yöresel kıyafetler ilgilerini çekince kıyafetleri denemek için mevcut olan dükkânlara girdiler. Giysileri giyip fotoğraf çekildikleri gibi beğendiklerini de satın aldılar.

Balıklı Göl'e geldiklerinde ise çevrelerini çocuklar sardı, bir kola parasına millete eşlik etmek ve Balıklı Göl'ün hikâyesini anlatmak istiyorlardı. Hatta ve hatta Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca ve çeşitli dillerde anlatım yapabilirlerdi. Fakat anlattıkları, ezberledikleriyle sınırlıydı ve anlaşılabilirlik düzeyleri çok da yüksek değildi. O yüzden bir yerde durdurup bir şey sorunca ezberi kaybetmemek için devam ederlerdi. Emirler de bir baktı, çevrede ve Balıklı Göl'de dua edenlerin arasında efsanenin yolculuğuna başladılar.

Göl çevresinde bulunan ve balık yemi satan satıcılardan her turist gibi yem alıp kefal ve sazan türündeki bu balıkları besleyebilirdi Emir ama hiç oralı olmadı. Daha çok balıkların buraya nasıl geldiğine dair fikirler üretiyordu kafasında ve yeni teoriler geliştirmeye çalışıyordu.

Emir, kalbinin sesine kulaklarını açtı. Kendisini medeniyetlerin kalıntıları arasında Balıklı Göl'ün gizemli rüzgârına kaptırmaya başladı, efsanenin gizemiyle doğal korumaya alınan balıkların evcilliğine şaşırarak kendi ruhani yolculuğuna çıkmaya hazırlanıyordu. Ailesiyle uzun zamandır baş başa kalmadığı ender zamanlardan biri...

Ama onu özel yapan bu yanı değildi. Balıklı Göl, Şanlıurfa şehir merkezinin güneybatısında yer alan ve İbrahim Peygamber'in ateşe atıldığında düştüğü yer olarak bilinirdi. İnsana huzur veren göl, Peygamberler Şehri olarak bilinen Urfa'nın en turistik yerlerinden biriydi aslında. Buradaki iki göl, kutsal balıkları ve çevrelerindeki tarihi eserler ile Şanlıurfa'nın en çok ziyaretçi çeken yerlerindendi. Balıklı Göl ve içinde bulunduğu büyük park gerçekten güzel bir alandı ve Urfa'nın ağaçsız, sıcak ve kurak coğrafyasında bir vaha gibi salınırdı şehrin içine. Urfalıların günün sıkıntısını atmak için ziyaret ettiği nadir duraklar arasında...

Şanlıurfalıların bir inanışına göre... Gölde diğer balıklardan farklı olarak turuncu, beyaz ve sarı renkte balık görünce, hemen dilek tutup dua edilirdi. Hazreti İbrahim'in yaşadığı mağaranın içindeki suyun da birçok hastalığı iyileştirdiğine de inanılırdı. Mağarada dua edilip duaların kabul olacağı inanılırdı.

Eski bir rivayete göre ise insanlar Anadolu toprakları tümü işgal durumuna düşerse bu kutsal balıklar melek asker olup kurtuluş savaşlarına katılacağına inanırdı. Kutsal balıklara da asker balık denirdi. Bugün her iki gölün karşısındaki tepenin üzerinde iki sütun hala ayaktaydı. İnanışa göre bu sütunların birisinin altında bitmeyen su, diğerinin altında ise bitmeyen altın bulunuyor; biri yıkılırsa Urfa altına, diğeri yıkılırsa Urfa için altın kadar değerli olan suya gömülecektir kent...

Balıklı Göl'ün yanındaki bu Ayn-ı Zeliha Gölü'nde sandal sefasına çıkan Emir ise ister istemez altın renkli balığı aradı, umutla dileklerinin gerçekleşmesini istedi. Ama hiçbir şey olmadı.

Sesli bir ortam olmasına rağmen kimse ile konuşmuyordu fakat ''Merhaba!'' diyordu gözleri. Gözleri, bir ceren kadar masum ve iniltili... En tepesinde güneş gözlüğü vardı ve aşağıya doğru dökülüyordu saç kıvrımları. Dudakları her zamanki gibi kapalıydı çünkü istediğini alamadığında böyle yapardı. Elleri, bir oklavalı kadınınki kadar küçük ve hünerli... Yüreği güm güm ediyordu. İşte o an güneş batıyor ve gün akşam oluyordu.

Akşam ile gündüzün kesiştiği anda şehrin manzarasını seyretmek üzere yola koyuldu, ailesini arkada bıraktığının farkında bile değildi. Yarım saat ailesini aramasına rağmen bulamayınca yorgunluğundan dolayı bir yere oturmayı tercih etti. Gerçi umurunda bile değildi kaybolması, nitekim bunu sık sık yapardı.

Sadece beş dakika sonra favori mekânını bulmuştu. Balıklı Göl'ün üst tarafındaki sütunlardan Urfa manzarasını seyretmek ve yukarıdaki mağaralarda yöresel kahveyi içip bu mistik ortamda acı kahveyle kendine gelmeye çalıştı Emir. Sütunların yanına Balıklı Göl'ün kıyısından yukarı doğru uzanan bir dehlizden geçerek gitmişti. Sütunların olduğu yere başka yollardan da ulaşabilirdi elbette ama bu dehlizden geçip gitmenin tadı başkaydı. Bu keyfin gölgesinde yeni bir şeyler keşfetmeye hazırdı ki Emir'in önünü bir rehber kesti. Daha çocuğun hareket etmesine müsaade etmeden koluna girdi ve başladı anlatmaya.

''Bir zamanlar bu şehirde zalim bir hükümdar yaşarmış. Yaptığı bu zalimliklerle kendinden geçen Nemrut gün gelmiş kendisini Tanrı zannetmeye başlamış ve büyük tapınaklar yaptırıp içine de kendi heykellerini koydurmuş. Halkına da baskı yaparak kendisine Tanrı diye tapmalarını istemiş.''

Adam anlatmaya devam etse de Emir oralı olmadı. Hani şu hep ben konuşayım, sadece ben konuşayım, ben bilirim tipler vardır ya! Bu adam da onlardan biriydi. Ne yazık ki Emir şu anda aynı oksijeni soluyordu. Azıcık yaşama isteği vardı, onu da bu salak adam sömürmüştü. O yüzden Emir'e müsaade etseler adamın ağzına salatalık tıkayabilirdi ama yapmadı. Eskiden canavarlardan korunmak için saklandığı zihnine şimdi bu adamdan kaçmak için saklandı. Olsaydılar, acabalar, onun yüzündenler, keşkeler ve belkiler dört bir yandan içeri sızmaya çalışıyordu ama hiçbiri içeri girmeyi başaramamıştı. Ta ki adam, Emir'in dinlemediğini fark edene kadar... Çocuğu bir dürttü, Emir korktu. Hiçbir şey yokmuş gibi anlatmaya devam etti adam.

''Aradan on beş ay geçmiş ama Hazreti İbrahim on beş yaşında bir delikanlı gibi görünüyormuş. Günlerden bir gün kralın askerleri şehrin hemen yamacındaki dağa avlanmaya çıkmışlar. Dağda dolaşırken ceylanların arasındaki İbrahim'i görmüşler. Hemen yakalayıp saraya getirmişler. Nemrud, ceylan sütüyle beslenmiş on beş yaşındaki genç, gürbüz ve güzel bir delikanlı olan İbrahim'i hemen yanına almaya karar vermiş. Böylece genç İbrahim sarayda yaşamaya başlamış ve burada Nemrut'un bir diğer evlatlığı genç Zeliha ile tanışıp dost olmuş. İbrahim sarayda geçirdiği günlerde kendisini evlatlık alan Nemrut'un halka yaptığı zulümlerden ve putlara tapınmasından dolayı kızmaya başlamış. Bir gün bu düşüncelerini arkadaşı Zeliha ile paylaşmış ve ona taştan yapılmış bu putlara tapınmanın anlamsızlığını anlatmış. Bu cevaba çok sinirlenen Nemrud hemen İbrahim'in yakalanıp ateşe atılmasını emretmiş.

Nemrud, kalenin kuzeyinde kalan dağın tepesindeki iki büyük sütunu mancınık olarak kullanıp Hazreti İbrahim'i buradan ateşe atmaya karar vermiş. Tam bu esnada Allah 'Ey ateş, serinlik ve esenlik ol!' diye buyurmuş. Hazreti İbrahim ateşin üzerine düşer düşmez ateşin yerinde berrak küçük bir göl oluşuvermiş. Allah'ın emri ile hazırlanan o devasa ateş bir göle; ateş için toplanan odunlar da balıklara dönüşmüşler. Odunlar biraz yanmış oldukları için balıkların sırtında kara lekeler oluşmuş. Varlığına inandığı ve sürekli onu aradığı için Allah, Hazreti İbrahim'e 'Halilim!' demiş. Bu göle de bu yüzden Halilurrahman Gölü denmiş. Zeliha'nın döktüğü gözyaşlarından oluşan göle ise Zeliha'nın Gözyaşları anlamına gelen Ayn-ı Zeliha Gölü ismi verilmiş.''

Gül Yangını | Azer'in YükselişiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin