Nasri

897 8 0
                                    

Juliet elindeki mektubu Nasri'nin masasına bıraktı. Bu bir davetiyeydi ama Nasri mektubu açmak için bir girişimde bulunmadı. ''Türkiye'den,'' dedi Juliet. Yılan gibi saçlar, kuyu gibi gamze çukuru, baktığında delip geçen bakışlar, nokta gibi ağız hiç yok hatta... Yalnız bu kadın Nasri'nin gözünde tam bir hilkat garibesiydi. Örneğin Juliet'in boyunu selvi ağacına, kirpiklerini oka, kaşlarını yaya benzetirdi. Yanaklarında mutlaka benler olmalıydı ve aynı zamanda dudakları da nokta kadar küçülmeliydi. Yanağının yan taraflarında zülüf denilen saçlar sarkmalıydı. Nergis gibi süzgün bakışları, gül rengi yanakları, bembeyaz gerdanı olmalıydı ama yine de bunların hiçbirini taşımıyordu Juliet.

Nezaketin haddeden süzülüp yalu bal olduğu ve aynı zamanda meyin şişeden süzülüp ruhsar-ı al olduğu bir kadındı Nasri'nin sevdiği. Yıllar onu yaşlandırsa da sesindeki güzelliğinden bir parça bile eksiltememişti. Nasri, tek kaşını kaldırarak ''Gerçekten mi?'' diye sordu. Şaşırmamıştı aslında, böyle bir davetiyeyi uzun bir zamandır bekliyordu. ''Gitmeyecek misin?'' diye sordu eşi.

Birine onu ne kadar çok sevdiğini söylemek için uygun bir vakit değildi belki Nasri için. Ama birini ne kadar çok sevdiğini kelimelere dökmek ve bunu bir sır olmaktan çıkarıp başkalarıyla paylaşmak için güzel bir vakitti. Öğle olacaktı neredeyse ve güneş batmadan hemen önce düşünülecek en güzel şey aşk olmalıydı. Bu vakitler, hayatının bundan sonrasında daha da önemli olacaktı, emindi Nasri. Geceler uzadıkça, kalbi biraz daha kırılacaktı. Ona kavuşacağı anın hayali, gökyüzünü güneşe bırakan ay ile birlikte kaybolacaktı ve her gece tekrar edecekti bu can yakan yakarış.

Birini sevmek için onu görmek yeterli miydi? Ya da gözden uzak olan gönülden de ırak mı olurdu? Peki ya hiç görmeden, dokunmadan ve koklamadan daha da yaklaştı mı ona? Her seferinde ölmeyi, onun aşkıyla ölmeyi diledi mi Allah'tan? Adını duyduğunda kalbi sıkıştı mı hiç Nasri'nin? Bir fotoğrafa saatlerce bakıp Belkıs'ı sevmediğini düşünerek, inatla daha çok sevdi mi onu? Söylenen tüm güzel sözleri, bütün aşk şarkılarını ona adadı mı? Hayatının baharında, o Nasri'yi istemese bile ölene kadar onu sevmeye yemin etti mi? Profesör hiçbir insanın ruhuna âşık oldu mu? Varlığı için şükürler etti mi Yaradan'a?

Nasri'nin tattığı en güzel duygu, ona duyduğu aşktı. Hayallerinin başrolünde hep o vardı. Kalp, sadece kanın sahibi değildi. Ya da atmaya yaramıyordu yalnızca. Onu seviyordu koşulsuz. Bu nasıl bir lütuftu Yarabbi, varlığından haberdardı.

''Âşık olmalı insan, sadece sevmeli,'' dedi Nasri. Kalbinden gelenler dile dökülmüştü. ''Sadece iyi insanlar âşık olabilir!'' dedi ardından. ''Âşıksa sevmeli insan çünkü aşk lütuftur,'' diye baktı sevdiğinin gözlerine. Aslında sevdiğinin bakışlarını görmüyordu karşıda. Gördüğü şey Allah'ın korkutucu ihtişamıydı, kul bu kadar muhteşemse Yaradan nasıldı kim bilir?

Sonra kulaklarında o şarkı yankılandı: ''What I want from you, I want to be able to come to you and be myself.''

Kapı çaldı. Müziğin tınısı dağıldı, Nasri'nin kulakları yeniden boğuk bir acıyla doldu. ''Gir,'' diye bağırdı profesör. İçeriye saniyeler sonra altmışında bir adam girdi. Eski püskü kıyafetler vardı üzerinde, bakışları çok şey yaşamış gibi uzakları gözlüyordu. Nasri adamı ilk başta tanımasa da sonradan içten bir duygu patlamasıyla ''Robert!'' diye haykırdı. Eski dostunu görmek onun için şu anda paha biçilmez bir hediyeydi ama Robert aynı tepkiyi vermedi. Yılların olgunluğu omuzlarına çökmüş gibi hareket etti.

Hafiften mahcubiyetini gizleyebilmek için gülümsemelerine sarılıp camlı ve puslu gözlük camlarının arkasına sakladığı yüzündeki utangaç halini belli etmemek için verdiği mücadeleyi kaybetmeye meyilli, sözlerini belli eder gibi konuşmaya başlayıp dudaklarından dökülüverecek hayalinin kahramanı sözcüklerinin sonunun nereye gideceğini bilmeden döküvermişti inci tanesi gibi...

''Anılara acıdın mı sen hiç? Bir hamlede elinin tersiyle ittin mi ansızın?''

Ağabeyi Albert'ı kastediyordu. Arkasını döndü, gözlerini tavana dikti. Buğulanan gözlerini az aşağı indirse damlalar terk edecekti kendisini ansızın, derin bir nefes aldı, omuzlarını yavaşça silkti, dudağını büktü hafif bir gülümsemeyle... Ağlak bir bakış arasında gitti geldi, boynunu hafifçe sola kırarak içinden ''Kısmet!'' dedi ve Nasri'ye yaklaştı. Önce Juliet'e selam verdi ve ardından Nasri'ye sıkıca sarıldı. Uzun sürdü.

Sonra Robert internette gördüğü haberi paylaştı Nasri ile. ''Ne yapmamı istiyorsun?'' diye sordu Nasri. Cevabını bildiği soruyu sormayı severdi. Robert Reed, başını yana doğru eğerek haklı olduğunu gösteren bir ifadeyi suratına yerleştirdi. ''Ne yapmamız gerektiğini biliyorsun,'' dedi ve hemen ardından elindeki bir gazete parçasını Nasri'ye doğru uzattı. Üzerinde şöyle bir başlık yazıyordu: ''Ortak Atamız Ahenaton Mu?''

Haber şöyle devam ediyordu: ''Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığının Harran'da nisan ayında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile ortaklaşa düzenlediği seminerde 'Ortak Atamız' olduğu dünyaya ilan edilen İbrahim Peygamber, iddiaya göre, Mısır'ın tek tanrılı firavunu Ahenaton'dan başkası değildi.''

Nasri ''Tamam,'' dercesine gazeteyi bir köşeye bıraktı. ''Pekâlâ,'' dedi ve sessizliğe gömüldü. Robert Reed her zamanki gibi sabırsız davrandı. ''Putları yık!'' dedi nefesi yettiğince. ''Sadece İbrahim'in karşısında olmak yetmez, onun yanında olmak gerekir,'' diye yakındı ve Nasri'nin bir şey söylemesine fırsat tanımadan heybesindeki uçak biletlerini çıkardı. Sonra da Türkiye'ye girebilmek için gerekli evrakları. Ayrıca dosyaların üzerine ataşla tutturulmuş davet mektupları da vardı.

Gül Yangını | Azer'in YükselişiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin