Öfkeden yaratılan bir soy, kendilerini eğiterek öfkenin tutsağı olmaktan kaçınıyorlar lakin bu eğitimin bir bedeli vardır; soylarının sembolü olan kadehlerden sadece bir tanesi kırılsa dahi bir katil dünyaya gelecek ve kıran kişinin celladı olacaktı...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Bölüm 17;
"Yasaklanan Duygular"
Acı, bir kez sizi gafil avladı mı bunun kaçışı olmuyordu. Damarlarımızda akan kana karışıyor, bir zehir gibi her hücremize yayılarak bizi himayesi altına alıyordu. Bundan kaçış yoktu ve bu zehrin panzehri de yoktu.
Aheste aheste teninin altına yayılan zehri, bir yorgan misali üzerinize geçirdiğiniz sessizliğin ağırlığı altında izliyordunuz.
O zehir, uzun zaman önce bütün hücrelerime yayılmıştı. Artık bedenime hükmeden acının yetiştirdiği bir çocukluğun geçmişinden geliyordum. Gülen bir yüze sahip değildim, hüzün kokan mısraların yer edindiği ıstıraba yer veriyordu cehrem. Neşeli hareketlerim yoktu, tenimden sökülerek yerini savaşçı bir ruha bırakmıştı.
Ben, seneler önce annesinin Kırmızı diye seslendiği o masum kız çocuğu artık değildim.
Düşüncelerimdeki her kelime; ölümümü yazan cümlenin harflerine can veriyordu. Ve can bulan her harf, damarımda gezinen zehrin bir başka kurbanları olarak cesetlerini içime diziyordu.
Şimdi ise, teninden tenime akan sıcaklık sanki içimdeki zehrin panzehriymişçesine huzuru aşılıyordu. Tüm duygularım içimde büzüştü. Kaçacak yer arayan kalbimin gardiyanlarının elinde; cesetler vardı.
"Buradan gitmeliyiz." diye fısıldadı, Miran. Nefesi yüzüme çarptı, elindeki sıcaklık ışık hızıyla her hücreme yayıldı.
Miran'ın elleri, ellerimi bırakmasıyla buz gibi hava tenime saplandı. Zehir yeniden her hücreme yayılırken, dişlerim birbirine kenetlendi. "Burada bekle. Birkaç eşya alacağım sadece, sonra gideriz." derken gözleri gözlerimde dans ediyordu.
Sadece başımı salladım.
Gardiyanlar yeniden yerlerine geçerken, tekrardan ıstırabın emri altına girmiştim.
Dakikalar katlanıp saat olurken, akrep ve yelkovan bize yetişmek için dönmeye başlamıştı. Sanki zaman kavramını artık yitirmiştik ve geçip gitmemizi istemeyen oydu. Bir zamanlar biz ona muhtaçken, şimdi o bizim gücümüze muhtaçtı.
Miran elinde siyah bir çantayla gelmesiyle gözlerim onu buldu. Çantayı sırtına asarken, elindeki montumu bana uzattı. Oturduğum yerde giyindiğim montumla beraber tam ayaklanacağım sırada omzuma çöktürerek oturmamı sağladı.
"Kendini yorma." dedi sakin bir tonla. Montunun üzerindeki çantayı son kez sabitledi.
Birden bana doğru eğildi ve bacaklarımın altından geçirdiği koluyla beraber sırtıma diğer kolunu sabitleyerek beni kucağına aldı. Şaşkınlık nidası dudaklarımdan firar ederken, refleks olarak kollarım boynuna dolandı. "Miran!" dedim şok içinde gözlerim açıldı. "Cidden, ne yapıyorsun sen?"