"Ve sanırım şu pervasız hayat bize bir taraflarıyla gülmekte."
Multi: Gurbet - Özdemir Erdoğan
Gramofondaki, Özdemir Erdoğan'ın Gurbet şarkısının bitimiyle bölümün bitimini döner-ayran ilişkisiyle aynı ana denk getirmiş, öylece bakıyordum ekrana. Komiser Kazım'ı o halde bırakmanın suçluluğu, hikâyenin devamını düşünmekten meydana gelen kafa karışıklığı ve ensemde hissettiğim sıcak nefesle kalakaldım. Hepsini anlamıştım da sıcak nefes neyin nesiydi? Arkamı döndüm.
"Ne yapıyorsun sen?" dedim neredeyse gece boyunca arkamda dikilmiş, belki de her şeyi okumuş; tüm sırlarıma, planlarıma vakıf olmuş Tugay'a bakarak.
"Nası... Nasıl?"
İşte. Yakalanınca kullandığı soru dolu ünlemler...
"Tüm bölümü okudun değil mi?" diye sordum.
"Yani..." dedi gülerek, "En son Kazım'a yaklaşıyordu Ebru. Yine öptürmedin, değil mi?"
"İlk bölümden de öpmesin diye..."
"İyi yapmışsın iyi..." diye destekleyip mutfağa yürüdü. Ben yine ekrana bakakalırken seslendi. "Çay yaptım."
Ekranı kapatıp hemen balkona koştum.
Bursa'nın en güzel, en ferah muhiti olan Emek Mahallesi'ni gören büyük bir balkon... Gerek anayolda vızıldayan arabalar, gerek tekerlekleri asfaltta eritircesine yanlayan Şahin'ler, gerekse bira şişeli sarhoşların naralarıyla muazzam bir huzurla doluydu bu belde. Bir zamanlar belediyeliğe kadar yükselmiş olan Emek, dış mihrapların..."Mihrap mı?" diye sordu. Elimdeki kalemle masadaki kâğıda bir şeyler karalıyordum. Ben bir sonraki cümleye geçince önceki cümleyi okuyamayacak kadar kötü yazdığım halde bu çocuk nasıl okuyordu bu yazıları?
"Mihraktı değil mi?" diye sordum.
"Mihrap da olur. Sen nasıl istersen kardeşim."
"Mihrak mihrak..." dedim mihrabın üzerini karalayarak. Sesli okuyarak devam ettim. "Bir zamanlar belediyeliğe kadar yükselmiş olan Emek, dış mihrakların baskısıyla küçük düşürülmüş; son zamanlarda yetkililer tarafından 'Artık bu ilişkinin bir adını koyalım' diye düşünülmüş ve Emek halkınca Emek Köy denilip geçilmiştir."
"Oğlum, çok iyi lan," dedi ağzındaki sigaranın dumanını havaya bırakırken. Ben de masadaki Chesterfield paketinden bir sigara alıp dudağıma iliştirdim. "Bir muhit bu kadar güzel mi betimlenir!"
"Oğlum, burası çok güzel lan harbi!"
"Gramofonumuz da var, daktilomuz da..." diye destekledi.
"Şiirimiz de var, romanımız da..."
"Ohh! Çayımız da var," derken çaylarımızı yudumladık. "Hüznümüz de var, kederimiz de..."
Sandalyede oturmasına rağmen yine sağ bacağını midesine çekti. Sigarasından derin bir nefes aldı, havaya bıraktı.
"Zaten hüzünler, kederler, gamlar gökyüzünde yıldızlar kadar çokturlar.
Lakin ömür gökyüzü kadar geniş değil
Ve işte hepimiz
Henüz çocuk yaşta ölmekteyiz
Sekseni aşmış bir ana bile
Yaşlanamadan ölmekte
Ve sanırım şu pervasız hayat
Bize bir taraflarıyla gülmekte
Büyük büyük dedem Yusuf
Mezara gömüldükten birkaç sene sonra ölüverdi
Yaşamak şu kirli dünyada
Bir bedenin sürüklenmesi değil
Yaşamak verimli yürekleri fethederek
Ve korku salan ölümü methederek
Ölmek şu harikulade makinenin
Bozulmasından ibaret değil
Sıtmadan, açlıktan, yahut kanserden
İçinde büyütüp taşırdığın kederden
Yaşamaktansa her an ölümden korkarak
Ölmek geride oğul
Bir ağaç, bir sevda bırakarak..."

ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞUBAT
Mystery / ThrillerKendi yazdığı cinayet romanının ortasına düşen, olay yerinde parmak izi bulunan bir yazar... Maktullerin kanıyla polislere notlar bırakan bir seri katil. Hüzünler, gamlar, kederler kalemimizin büyüsüyle usulca uzaklaşırlardı. Ya da adalet sağlanırd...