“Saat biri on geçeydi.”
“Serenat mı yapıyoruz?” diye sordu.
“Yo… Şey… Tı… Yani… Imm… Hay… Ev…” Çırpınışlarımın bir nihayeti yoktu. Teslim oldum. “Evet kardeşim. Çok sağ ol ya gerçekten. Bütün heyecanım kaçtı şu an.”
“Ama yazmışsın tahtaya!” diye eliyle tahtanın köşesini işaret etti. Arkamı dönüp baktım. Tüm plan tahtada apaçık bir şekilde duruyordu.
“Aaa! Harbiden lan. Büyük harflerle ‘SERENAT YAPILACAK’ yazmışım bir de. Hatta senin gitar çalacağını, seçtiğim şarkıyı filan da...”
“Şimdi operasyon ne zaman, saat kaçta?”
“Yarın gece yapalım. Saat… Hamdi Amca bir gibi uyuyor olur.” Müstakbel kayınpederin ismi de Hamdi tabii. “Biz de biri bir geçe başlarız söylemeye. Ateşle ismini yazsak senaristlere ayıp mı olur?”
“Aynen aynen… Kız da izlememiş miydi zaten o diziyi?”
“Doğru. Serenat da vardı o dizide aslında ama şarkıyı değiştireceğiz biz. O zaman kalkalım.”
Kalktık. Aynı şekilde çalışma odasına geçtik. Ben çayları koymak için mutfağa, o da balkona geçti. Bir zamanlar bizim pastanedeki çöp kutusunun etrafındaki ortamı burada buluyorduk bir tek. O çöp kutusunun etrafında çaylar içilir, dünyanın edebiyat ihtiyacının çok küçük bir kısmı karşılanır, güzel insanlardan bahsedilir, çay erken biter, tekrar demlenir, demlenilir, şiirler okunur, romanlardan bahsedilir, ‘insanlar neden bu kadar kötü?’ başlıklı tartışma konularının altları doldurulurdu. Velhasıl huzur bulunurdu o çöp kutusunun etrafında. Ve muhtelif ortamlarda çay içerken ya da bir sigara yakarken çöp kutusu muhabbetinin özlemleri dile getirilirdi.
Çayları koyup balkona gittim. Tugay yere bakmaktaydı öfkeli bir şekilde.
“Çay getirdim!” diye bağırınca kaşlarını kaldırıp bana baktı. “Or not Tugi?” dedim soru dolu bir tınıyla.
“Evet. Or not Tugi.”
Elinde bir kitap! Milena’ya Mektuplar, diğer elinde sigara.
“Sen kitabı sigarasız okurdun?” diye sordum. Ayracı arasına koyup kitabı kapattı, masaya bıraktı.
“Tugi kitabı sigarasız içerdi…” diye kabadayı edasıyla başladı cümlesine. “Ben içmem! Ben kitapta bana onu hatırlatan her hece, kelime, cümle, paragraf ve sayfada bi’ tane yakarım. Tugi kitap okurken çay içerdi. Ben kitaba öyle dalarım ki, çayım henüz dudak payındayken soğur. Tugi kitabı tek seferde bitirirdi, çayı da öyle. Ben yer yer dayanamaz, bana onu hatırlatan bunca cümle sarf ettiği için yazara kızar, bir süre ara verirdim. Bu süre, yazarın yaramı ne kadar deştiğine göre değişir.”
Ben bu çocuğu Tugi ve Or not Tugi diye ayırdım diye hep böyle oldu. Can Yücel’in ‘Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?’ diye çevirdiği Shakespeare’in ‘To be or not to be’ sözünü Tugay’ın isminin kısaltmasına uyarlamamla başladı her şey. Bu iki kavramı her kullanışımızda Shakespeare’in hayat sorunsalına atıfta da bulunmuş oluyorduk. Bizimkinin de yer yer böyle ‘Or not Tugi’liği tutuyordu işte.
“Şu çaydan bir yudum al bakalım!” diye önüne bıraktım tavşankanını.
Bir yudum aldıktan sonra sigarasından aldığı dumanı da havaya bıraktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞUBAT
Mystery / ThrillerKendi yazdığı cinayet romanının ortasına düşen, olay yerinde parmak izi bulunan bir yazar... Maktullerin kanıyla polislere notlar bırakan bir seri katil. Hüzünler, gamlar, kederler kalemimizin büyüsüyle usulca uzaklaşırlardı. Ya da adalet sağlanırd...