“Hadi koş!” diye bir ses yankı yapıyor gözlerimi kamaştıran ışık yoğunluğunun içinden. Bu ses Leyla’nın sesi! Ses tekrar ediyor. “Hadi, gel.”
Tabii çaktırmadan yürüyorum ben ışığa doğru. Kesin bir bokluk var, diye içimden geçirmeden de duramıyorum. Sonra Tugay geliyor sağ taraftan.
“Ne yapıyorsun lan burada?” diye soruyor. Işık huzmesinin içindeki Leyla’nın karaltısı iyice azalıyor.
“Dur oğlum, kız gidiyor.”
“Yav kız gitti zaten!” diye kolumdan tutup çekiyor beni. “Boş ver, giderse gitsin. Gel biz kalkalım.”
“Nereye kalkcaz ki lan?”
Gözlerimi açtığımda sivil bir polis tarafından dürtülüyordum. Tugay için ayrı bir polis görevlendirmişler. Bana kalkalım, deyip hâlâ uyuyordu. Biz az önce aynı rüyayı mı gördük ya? Harbiden uyandıramadılar çocuğu. Aha! İkinci polis gönderdiler. Ya burası büyümüş mü, yoksa bana mı öyle geldi? Polisler filan da değişmiş. Bir gece nezarethanede kaldın, iyice çöktün be oğlum. Hayat işte be! Şair Bey’in de dediği gibi…
“Ve işte hepimiz henüz çocuk yaşta ölmekteyiz.”
Hayatın sillesini yedik artık. Şu genç yaşımızda defalarca yaşlandık. Ve işte biz, mahpus damlarından çıkmaktayız. O geçen uzun yılların yükü omuzlarımızda… Ama bitti artık. Paslanmış parmaklıklar ardında çekilen hasretler son buldu! İçerisiyle dışarısı çok farklı oldu her zaman. Hayatla ölüm arasındaki çizgiden ibaretti o demir parmaklıklar. Artık kapılar açıldı. Ölüm bitti!
“Ne bekliyorsun lan!” sesiyle irkildim. Nezarethanenin kapısında öylece dışarı doğru bakıyordum. Yine nasıl bir senaryo gelmişti acaba aklıma? Polis memuru kapıyı açmış, beni bekliyordu. Arkama baktım, kimse yoktu.
“Hadi oğlum!” diye bağırdı Tugay. Benden sonra uyanıp benden önce dışarı çıkmış. “Müdür bizi bekliyormuş.”
“Müdür mü? Ne müdürü ya?”
“Müdür işte oğlum, ne bileyim. Uykumu alamadım zaten,” dedi gözlerini ovuştururken. Zaten ne ara bizi alıp müdürün karşısına oturttular, haberim yok. Etrafa baktım. Sorgu odası gibi bir yerdeydik. Yok lan, bildiğin sorgu odası. Karşımızda yaşlıca bir adam… Sakallı, takım elbiseli bir. Herhalde müdür bu. Ve boynunu sıkan lacivert bir kravat…
“Anlatın bakalım. Ne işiniz vardı orada?”
“Serenaat!” dedi Tugay uzatarak.
“Evet Müdürüm. Serenat yapıyorduk biz.”
“Ne serenatı lan? Dalga mı geçiyorsunuz, deli taklidi mi yapıyorsunuz? Cinayeti anlatın, cinayeti!”
“Aşk denilen şey cinayetten ibaretti…” diye fısıldadım kendi duyacağım kadar. Ama sanırsam Tugay da duymuştu.
“Ondan mı bahsediyor lan acaba?” diye sordu. Demek ki ona da mantıklı geldi.
“Ne bileyim oğlum. Ben de anlamadım ki. Bu polislerin hepsi mi şakacı olur? Hem bizi sabah salmayacaklar mıydı?”
“Ne konuşuyorsunuz aranızda?” diye bağırdı müdür bey. Bir an okulda hissettim kendimi müdür deyince.
“İlyas Abi yok muydu ya Müdürüm?” diye sordum.
“İlyas kim oğlum? Kazım var, olur mu?”
“Kazım mı?” diye sorarken sırıttım. Sonra Tugay’a fısıltıyla “Kazım İnce,” dedim.
“Siz nerede olduğunuzun farkında değilsiniz herhalde! İlyas milyas yok burada. Cinayeti anlatın.”
“Ne cinayeti Amirim?” diye sordu Tugay.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞUBAT
Mystery / ThrillerKendi yazdığı cinayet romanının ortasına düşen, olay yerinde parmak izi bulunan bir yazar... Maktullerin kanıyla polislere notlar bırakan bir seri katil. Hüzünler, gamlar, kederler kalemimizin büyüsüyle usulca uzaklaşırlardı. Ya da adalet sağlanırd...