Saat biri bir geçiyordu. Elimizdeki imkânlarla yüzümüzdeki yaraları temizlemiş, gerekli kısımlara yara bandı yapıştırmıştık. Leyla'nın evinin önündeki bir arabalık boş yerde konuşlandık. Böylece trafiği de kesmiyorduk. Tugay gitarı çalmaya başlayacaktı ki durdurdum elimle.
"Dur, dur. Saat biri on geçsin."
Saat biri on geçti. Mirzabeyoğlu'nun şiirindeki gibi. Ve tıngırdatmaya başladı gitarını şiirin sahibi. Bir yandan gitarın tahtasına vuruyor, diğer yandan tellere dokunuyordu. Belki bağlamayla daha güzel söylenirdi ama gitarımız vardı yalnızca.
"Hatasız kul olmaz. Hatamla sev beni!"
Komşular sesi duydukları gibi kafalarını dışarı çıkardılar. Halis Bakkal'ından Rukiye Teyze'sine, Ethem Amca'sından Ayşe Yenge'sine kadar herkes... Kimi balkona çıkıyordu beyaz atletiyle, kimisi pencereye çıkıyordu başörtüsünü kapatmaya çalışarak. Kimisi zaten sigara içmek için balkondaydı.
"Bu feryat, bu hasret... Öldürür aşk beni. Uzaktan olsa da, razıyım sev beni. Razıyım, sev benii!"
'Beni' kısmını bağırarak uzatırken detone olsam da hiç belli etmedim. Boğazımı temizleyip devam edecektim ki Ali Rıza Amca çıktı balkona. Kendisini hiçbir zaman şu pencerede göremediğime mi şaşırayım, yoksa kızgın bakışlarına mı? Çünkü Ali Rıza Amca asla o cama çıkmaz ve asla kaşlarını çatmazdı. Tüm mahalle cama çıktı, bi' Leyla çıkmadı.
"Evladım! Bu ne ses?"
Tabii çok fazla ses çıkarıp rahatsız ettik ihtiyarları, düşüncesiyle hemen affettirme girişiminde bulundum.
"Ya kusura bakma Ali Rıza Amca! Aramız kötü Leyla'yla. Cama da çıkmadı zaten. Biraz fazla ses çıkarmış olabiliriz."
"Fazla ses mi!" dedi gülerek. "Ne fazla sesi evladım? Benim derdim sesin şiddeti değil, tınısı." Tabii emekli Fen Bilgisi öğretmeni Ali Rıza Amca. "Bak, elli senelik evliyim. En son seksen darbesinde çıktım şu mutfak camına. Sen şarkı söylemeye başlayınca ne yalan söyleyeyim, korktum. Otuz sekiz sene sonra ilk defa çıktım. Güzel sesin olsa oturup dinlerim. Ramazan davulcularını bile sanat der dinlerim. Ama bu sanat değil ki be evladım."
"İşitme cihazını çıkartsan da biz devam etsek Ali Rıza Amca, ayıp olmaz değil mi?"
"Yok be evladım, dinlerim ben. Madem sevdalısın, katlanacağız ne yapalım..."
Girdi içeri emekli öğretmenimiz. İyi bir şey mi söyledi, kötü bir şey mi, anlayamadım. Tugay devam etti tıngırdatmaya. Arada eşlik etmesini söyledim ki sesimin kötü olduğu belli olmasın. Hatta biz efendi gibi serenatımızı yaparken işgal ettiğimiz yere bir araba park etmeye çalıştılar, izin vermedik. Durumu anlattık, anlamadı. Ali Rıza Amca da otuz sekiz sene sonra ikinci defa çıktı cama. Kızdı park etmek isteyen şoföre. Şoför yediği zılgıtla uzadı. Mahalleli sıkılmış, evlerine gireceklerdi ki polis sireni duyuldu aşağı sokaklardan. Siren sesleri artarken polislerin bizim için geldiğini düşünmeye başlamıştık. Serenat yapıyoruz diye polis gelmez herhalde, diye de düşünürken bir yandan tası tarağı toplayıp kaçmaya başlamıştık.
Arkamıza bakmadan koşuyorduk Emek sokaklarında elimizde gitarla. Belki de bizim için gelmemişlerdi. Böyle kaçıyoruz diye bizi yakalamasalar bari, derken yolun ayrıldığı noktada kırmızı mavi ışıkları gördük. Koşmaya devam ettik kaderimize. Önümüzde durdu başka bir polis aracı. Biçare durduk. Şaşkın şaşkın baktık polis memurlarına. Hatta silahını çıkarıp bize doğrulttu İlyas Abi.
"Kaldırın lan elleri!" diye bağırdı.
"İlyas Abi, gözünü seveyim ne yapıyorsun? Ayıp oluyor, çayımızı içtin o kadar. Hiç yakışıyor mu?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞUBAT
Misterio / SuspensoKendi yazdığı cinayet romanının ortasına düşen, olay yerinde parmak izi bulunan bir yazar... Maktullerin kanıyla polislere notlar bırakan bir seri katil. Hüzünler, gamlar, kederler kalemimizin büyüsüyle usulca uzaklaşırlardı. Ya da adalet sağlanırd...