İçine doğduğunuz asrın insanı epey yorduğunu düşündüğünüz oldu mu?
Keşke insanların daha insan olduğu bir zamanda nefes alsaydım diye hayıflandınız mı?
Ya da yalnızlığınızda boğulduğunuz oldu mu hiç?
Kimsenin sizi tanımadığı bir şehre, bir zamana göç etmek istediniz mi?
Ben istedim.
Tüm yüreğimle istedim.
Beni tanımayan insanların arasında dolaşmak, adımlarımı henüz tatmamış olan topraklarda yürümek istedim. Beni damlaları ile ıslatmamış olan bir göğün altında durup haykırmak istedim iç muharebemi.
Öyle çok istedim ki...
"Os-osmanlı mı?"
Amca cevap vermedi. Zaten küçük kız da işini halletmiş, yanımıza gelmişti. Minik elleriyle tekrar kavradı avuçlarımızı ve bize yolu göstermeye devam etti. Bir yandan da bir şeyler anlatıyordu lâkin algılayamıyordum.
Etrafa baktım.
İnsanların giyim kuşamları, üslûpları... Ahşap evler... Boğazdaki kayıklar... Her şey... Her şey şimdi anlam kazanıyordu. Sınavda boş bıraktığım soruyu hatırlamış gibiydim. Bildiğim lâkin bir türlü anımsayamadığım sorunun zihnimde belirmesi gibi bir histi işte bu. Beynimin içindeki sis dağılmıştı adeta. Bana neden garip baktıklarını da anlamış oluyordum böylece. Daha önce hiç pantolon giymiş bir kız görmemişlerdi. Hatta erkekler dahi şu an üzerimde olan siyah dar pantolonumdan kat ve kat bol şeyler giyiyorlardı. Başı açık kadınların sayısı ise oldukça azdı, olanlar da Ermeni ya da Rum'du muhtemelen. Ki onların saçları dahi tamamen görünür durumda değildi.
Ben, tam anlamıyla sudan çıkmış balık gibiydim. Tam anlamıyla...
Bir süre sokak aralarında ilerledikten sonra bir kapının önünde durduk. Bahçe kapısı gibi duruyordu lâkin içerisi görünmeyecek kadar yüksek duvarlarla çevriliydi. Küçük kız iki tokmaktan çiçek motifli olanı çalmak için parmak uçlarında yükseldi. Bir kadın sesi duyuluyordu içeriden fakat ne dediği anlaşılmıyordu. Ardından kapı aralandı. Küçük kızdan ve gizemli amcadan ayrılan bakışlar beni bulduğunda herkesin yaptığı gibi baştan aşağı süzdü.
"Amanın!" diyerek elini ağzına götürdüğünde küçük kızın kime çektiği de anlaşılmış oldu. Telaşlı hareketler ile geri çekildi, bir içeri girince de kapıyı örttü.
Bahçeyi incelemeye koyuldum. Çok geniş sayılmazdı, fakat sevimliydi. Ufak bir ev vardı ve sebzelerin, çiçeklerin ekili olduğu bir bahçe. Birkaç da oturak vardı, duvar kenarına yaslanmış olan.
Şaşkın bakışlarla bir bana bir de küçük kıza bakan teyzeye döndüm.
"Vallahi anacığım, ben de bilmem kimdir lâkin görürsün hâlini. El uzatmak düşer deyip peşimden sürükleyiverdim." derken başı öne eğikti. Suçlu hissetmekten ziyade karşısındaki insana olan saygısından bu vaziyette olduğu belliydi. Bir de şimdiki çocukları düşündüm. Aradaki uçurum kapanacak cinsten değildi.
"Eyi etmişin guzum." deyip küçük kızın başına bir öpücük kondurup tekrar bana dönen teyzeye bakıp gülümsedim. Başka ne yapabilirdim ki zaten? Onlara durumumun iyi olduğunu mu söyleyecektim? Beş kuruşum yoktu, küçük kıza da minnetle bakmaktan kendimi alamadım.
Babam olsa burayı ne de çok severdi. Toprakla uğraşmaya bayılırdı, ve burada isteği sebze meyveleri yetiştirebilirdi. Ellerinde eldivenleri ile saksıdan çıkardıklarını toprağa ekişi belirdi gözlerimin önünde. Beni görünce el sallayışı ve kocaman gülümsemesi. Hafif sakalları çıkmış olan, sımsıcak bakan babam... Oysa, unutmuştum. Bu anı yıllardır zihnimin puslu derinliklerinde uykudaydı. Ne oldu da canlanmıştı şimdi? Ne olmuştu da bana kendi varlığını hatırlatmıştı? Nasıl olmuştu da onu hatırlamak için fotoğraflara bakmam gerekmemişti, kendiliğinden gelmişti bana.
"Neredensin evladım?"
"Hı?"
"Neredensin? Nereden gelir, nereye gidersin?"
"İstanbulluyum ben." der demez buna pişman olmuştum. Uzaylıyım desem daha inandırıcı olurdu belki.
"Demek öyle." dedi teyze ama üzerinde durmadı, bir şey hatırlamışçasına eve doğru yürümeye başladı. Eve girmeden evvel de bize bakıp, "Eee? Ne beklersiniz orada, gelin hayde." dedi bir çırpıda.
Hızlı adımlarla onu takip ettim. Ayakkabılarımı çıkartıp kenara koydum. Aslında bunlardan kurtulsam iyi olacaktı. Renkli spor ayakkabısı yüzünden insanların kafayı sıyırmasını istemezdim sonuçta.
Ev oldukça sadeydi. Ömrü hayatımda birkaç kez gitmiş olduğum köydeki evlerden bile daha sadeydi. Teyzeyi takip ederken bir odanın önünden geçtik. Bir iki saniye sürmüş olsa da içeriye değmişti bakışlarım. Ve bir çift koyu mavi ile göz göze gelmiştim. Hızla önüme dönüp teyzenin yanında durdum.
Çoktan sandıktan birkaç parça kıyafet çıkarmıştı.
"Bu münasiptir herhâl." derken bir kıyafetin ölçülerine bir de vücuduma bakıyordu. Bana uzattığı krem rengi elbiseye bakıp gülümsedim.
"Yeni gelin iken giyerdim."
Gözlerindeki yaşı başındaki örtüyle silip odadan çıktı. Çıkmadan evvel gülümsememe karşılık vermeyi ihmal etmemişti. Ne garip, diye düşündüm. Bir iki laf ettiği bu garip kızı evine davet edip kıymetli bir kıyafetini vermiş olması... Gerçekten garipti.
Kimsenin olmadığından emin olunca üzerimdeki nemli kıyafetlerden kurtuldum. Verdiği bazı kumaş parçalarının ne işe yaradığını anlamam zamanımı almıştı ama sonunda giyinmiştim. Hâlâ tam kurumamış olan saçlarımı omuzlarımdan aşağı sarkıttım. Böyle daha çabuk kururlardı.
Odadan çıkıp az evvel geldiğimiz yöne doğru ilerlerken merakıma yenik düşerek yanından geçtiğim odaya göz ucuyla baktım. Bir sedir vardı. Ve sırtını duvara yaslamış hâlde duran birisi. Birkaç saniye içinde kendimi suçlu hissedip hızlı adımlarla ön tarafa ilerledim.
Amca sofada oturuyordu.
Küçük kız ise yere serilmiş bir kilimin üzerindeydi. Beni görünce şaşkın şaşkın baktı.
"Maşaallah! Pek bir güzel olmuşsunuz."
Gülümsedim.
"Teşekkür ederim küçük hanım."
Ona böyle hitap etmem hoşuna gitmiş olacak ki kıkırdadı. Ardından dikkatini önündeki şeye verdi. Ben de amcanın yakınına bir yere oturdum.
"Anlayamıyorum," dedim birden, "bu bir rüyadan mı ibaret? Yoksa fazlası mı?"
Yüzünde her zamanki tebessümü vardı. Huzur dolu gözüküyordu doğrusu.
"Rüya olmasını mı isterdin?"
"Sorularımı ya geçiştiriyorsun ya da başka bir soruyla yanıt veriyorsun." derken gözlerimi devirmiştim ama o bunu göremezdi.
Zaman, beton binaların arasındaki hâline zıt, oldukça yavaş akıyordu.
Ev ahalisi bana soru sormamak üzere sözleşmişçesine havadan sudan sohbet etmeye çalışıyorlardı. Ben de içimdeki dedektifi oynayan yanımı bir süreliğine susturarak onlara uyum sağlamaya çalışıyordum.
Tanımaya, bu ne olduğundan bîhaber olduğum ama tam da içinde bulunduğum hayatı anlamaya gayret ediyordum.
"Cigerparem! Gel de sofrayı kuralım." diyerek küçük kıza seslenilince ben de kalktım yerimden. Öylece oturmak istemedim, yardım etmek geliyordu içimden. Onların bu kibar tavırları karşısında kös kös oturamazdım zaten.
Yer sofrasını hazırlamak pek de uzun sürmedi. Topu topu dört kişiydik zaten. Beni bu kadar çabuk kabullenmiş olmalarına sürekli şaşıyordum doğrusu. Benim de sanki bu eve aitmişçesine yabancılık çekmiyor oluşum da keza öyle. Daha kaç saat olmuştu ki bu eve adım atalı?
"Şunu da ağabeyine götürüver emi yavrum?" derken hafif endişe tonlamaları vardı sesinde.
"Anacığım kurbanın olayım sen götür. Şimdi bir şeyler sorduğu vakit sükût ettim mi öfkelenir diye korkarım. Sana saygısından ses etmez." diye minik sesiyle yalvarıyordu adeta. Onu ilk defa böyle görmüştüm. Teyze de, küçük hanım da topu birbirine atıp durdu.
En sonunda dayanamadım.
"Ben götürürüm."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
iflilak: yeryüzünü bulutlar kapladı
General Fiction"Yeryüzünü bulutlar kapladı Verdâ. Bâtılın kara bulutları yüzünden insanlar gözlerinin önündeki hakîkati idrak edemez olmuş." Travmaların, yalnızlığın, geçmişin aydınlığındaki kavrayışın ve şefkat yüklü bir sevginin hikâyesi. "Sevmekten daha zordur...