· 17 : tedârukât ·

111 19 13
                                    


"hicran gün ortasında neden böyle seslenir,

birden hatırlatır unutan kalbe sevgiyi?

keskin bir özleyişle hayâl ettiren nedir.

bir devre varsa insanın ömründe en iyi?

ey sevgi anladım bu uzakta seda ile,

ömrün yegâne lezzetidir hatıran bile."

Sevmek neydi sahiden? Bir yazara göre, sıradan olanda sıra dışını bulmaktı. Bir şaire göre ise, insanın en büyük acısıydı. Honoré de Balzac ise sevmek için, bir başkasının hayatını yaşamaktır demiş.

Sevginin de çeşitleri vardı hiç şüphesiz. Babama olan sevgimi düşündüm. Nefes alan en güvenilir varlıktı babam benim için. Koruyan, seven, güldüren... Benim için her şeyi yapabileceğine inanıyordum, o zamanlar. Ve nedense, hep yanımda olacağına... Hiç gitmeyeceğine. Ölümsüzdü sanki. Fakat aynı zamanda onu benden ayırabilecek olan tek şeydi ölüm. Aksi hâlde, beni asla terk etmezdi. Bu düşünceyi anımsamak dahi yaralarımı sızlatıyordu ki baba, bir kız çocuğu için hiç kabuk bağlamayan bir yara demekti. Bir kez babana olan sevgin yahut güvenin hasar aldıysa, ömür boyu o sızıyla yaşardın. Güven hissini zedeleyen en büyük etkendi, babasızlık. Ki bu, o yeryüzünde nefes alırken dahi gerçekleşebilirdi. Zira babası yanıbaşında olup babasız büyüyen kızların sayısı hiç de az değildi, biliyordum.

Bence sevgiyi güzel kılan, merhametle olan birlikteliğiydi. Merhametsiz sevgi; seven için takıntı, sevilen için ise zulümdü çünkü. Bir sevgiyi pâk ve güçlü kılandı, merhâmet...

Sevgi, zamana muhtaçtı. Bir çiçeğin filizlenmesi gibiydi, sevginin olgunlaşması. Bir çiçek için su ne ise, güven de oydu sevgi için, yüreğini endişelerden arındırırdı. Güneş, merhametti meselâ, insanın içini ısıtan... İlgi, merak, heyecan... Gerekli minerallere tekabül ediyordu benim nezdimde.

Hislerin yokluğuna alışmış bir yüreğin, içinde doğan yeni bir sevgiyi görebilmesi epey güçtü. Gözünün önünde de dursa, göremedin mi göremiyordun işte...

Eve geleli birkaç saat olmuştu. Fâtıma Ana'ya onun demesiyle yardımcı oluyordum. Oysa daha çok ayak bağı gibi hissediyordum kendimi. O soğanları hızlıca doğrarken ben patatesleri soymayı bu gidişle inşallah yarına yetiştirirdim.

Burnunu çekip duruyordu Fâtıma Ana. Soğan doğramayı bırakıp öylece durana kadar gözyaşlarının tek sebebinin soğan olmadığını anlayamamıştım.

"Fâtıma Ana? Hayrola, bir sıkıntın mı var?" derken sahiden endişeliydim.

Hüzün dolu bir gülümsemesi vardı. İçimde bir yer sızladı yine.

"Elhamdulillah kızım elhamdulillah... Ana yüreği işte, zaman akıp geçse dahi unutamıyor. Dinmiyor bir ananın yüreğindeki yangın. Onu gördükçe daha da körükleniyor da ele geçiriveriyor sanki beni. Çocukluğu gözümün önünde, tahtadan yaptıkları kılıçlar ile yeniçeri oluverirlerdi mahalledekilerlen." derken gülümsemiş olsa da gözleri aynı bakıyordu.

Yutkundu, devam edebilmek için acısını yutmak istercesine.

"Yiğit bir delikanlı oluverdi sonra. Medreseye pek bir ehemmiyet gösterirdi. Efendi Bey ile de orada tanıştıydılar zati, medresenin ilk senesinde. Onun yanında filizlendi. Ah, hiç rahat durmazdı bu oğlan. Haksızlığa gelemezdi yüreği, onun bunun hakkını arayacağım diye diye kendi çekerdi ceremesini. Amma hiç de pişman olmaz idi."

iflilak: yeryüzünü bulutlar kapladıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin